_



2 comments

Boğuluyorum bu gece,
sayılardan
sözlerden
yazamamaktan
ekrandan
ekranın arkasındaki ekrandan
kelime seçememekten
arkadaşlardan
arkadaş olamamamdan
ölmekten
doğumlardan
başkalarının nefret çocuklarından
şiir gibi yazılan şiir olmayan alt altalardan


boğulmakla kalmıyorum
doğuyorum tekrar
aynı kereviz sapından bi tatlı bi de -- çıktı


sigaramın azalmasından
nefret ettiğimmşeylerden
şeylerle kararmaktan

sıkılmaktan daralmaktan

saatin 1 olmasından
yarın sabahki şeylerden
dün sabahkilerden

öldürmek isteğimin olmamasıyla
yaşamak isteğimin sahte mahte oluşuyla
aptal buluşlarla

geberiyorum
gebertiyorum
ellerimi
eldivenlerimden dökülen sırça köşk öğrenci merkezlerinden gelen sonraki sözü bilmeden öncekini unutmak

yıldırım gözleri kana karışırken ağlayan dev ejderhalar gibi
yıldırıyorum gözlerime bakmayanları
yapamıyorum hiç bir şeyi
berbat bir adamın gülümseyişi

geziyorum dünyadan geriye kalanları
o gezegenleri hiç bilmediklerim
besliyorum besmelelerle kedileri
eldivenlerin yalnız uçları

kaldı elbiselerden giden düşler
yapayalnız öğrenilmiş sözler yine geyler
heteroseksüeller
lezbiyenler ve biseksüeller ve levhacılar

görüntüsel sessizlik
ağlıyor gene gine yine yeni gine eldiven

sokulduğum imgeler imge ne iş gidiyor geliyor öbeklerle

gebermek yağmurdan önceki son ses

ısırmak eldivensiz kalan tek düşünce

yapayalnız yine aynı kelime

sanki bir evrensel küme ve hepsi bir

bir aynı
bay bay bay bvay

ellerim ağrıyor
acımıyor
sızlamıyor
ağlıyor
kasılmaktan ağrıyor
sanki beynim ölmüş
yerine bir anıt dikilmiş

bu oldu ne oldu son oldu
geliyor yine başlıyor

sigaram daha da az kaldı 1 buçuk
bağımlılık değil öfkemi bastırmak

tatsızım
bana ait bir damara bağlanmadım hala kasılıyor elim
sanki çok çalışmış
sıkıştırıyorum

bir mezar olsa girmem biliyorum
mezarları sevmiyorum
içki dökenleri de
bayat zavallılar

mucizeleri bile ritüel
ve aynı adetler

çocuklara bakışımdan başka sunabildiğim bi dünya yok ve olmaz da
olmayacak istemiyorum
belki bende bir katil görüyorlar
belki bir yaratık
belki bi uzay mekiği gözlerimde rüyamda görmedim hiç ama kalmış olmalı

aman diyen dilleri kesip çivilerle soğuttuktan sonra, bile yok
kimsenin diline o yakın mesafeden bakamam

gebermek ve laflar
ne çirkin
çok sıkılıyorum kendimden
elimi ve götümü suya sokmak istiyorum
leğenin içinde çamaşırlarım var nemli
onları boşalt ve su doldur

ruhum diye bir şey var
yarın işte boğulmamam lazım
son sigaramı yakıcam

gidebildiğim bi yer yok olmayacak
kaybolduğum yerlerin her biri an
zaten tek yer belki tüm anlarım
bilemem zaten zaten zaten bunlar makara makarna laf

yanlış su içinde kırmızı: votka - vişne suyu

......................................................................................................................





sığamıyorum
oysa
çok şişmanım
sığmam lazımdı
belki yalandan
kendimi sığdırılabilir sanmam
lazımdı
ya da gerçekten
ancak öyle sığılabilirdi


sığmamama

sığmama

yok sığ





geç







































































enlem ve boylam


yeni bi laf öğrenmedim ki






elbette aynı cümleleri kuracağım


















































































































daha


















çok sinirliyim

bişey gibi de değil


saat bir oluyo

bi halt olmuyo


kalpler bitti


insanlar bitti


insan bitti



tanrı ölmüş
insan ölü



ölü insanın yanında ölü bi tanrının hayalini kuran insan
ne fakir
bozuk para kutum










çalkalanıyor










tenimde kaşıntı geziniyor




hiç sevmem









son sigaramı yaktım
okumadığım kitaplar
dizi dizi dizildi
sevmediğim yabancılar
dizi dizi metroda

öfkeli sex suratlı adamlar
korku dolu sex suratlı kadınlar
sokakta bunlar
çok var




canım dans etmek istemiyo
lise öğrencisine ders verirken nasıl sexe ikna ettiğini merak ettim
garip geliyo bana bu fantazi dünyası
ilgi çekici de


dersini bilmek



çok çalışmalıyımlar
az içmem lazımlar

para para para
herkes birer napolyon
delilik ve para
özençler çıkış kapısı gibi





boğuldum boğdum





boğulurken boğuyorum


vızır vızır
sis dumanı
etki alanları
ışıklı sisler

hiç bi sinirim yok



tüm şarkılar kirleniyor
ve ben soğuğum
soğuyorum daha da
ne gibi
kutuplar diil
yemek


kelime işçiliği
hiç sevmediğim iğrenç altın gerdanlıklar



kimse yok hayalimde
ben yalnız galiba çoktan ölümlü oldum
zaten temiz terliğim yok
alamadım hala
ve çoraplarım öç öç öç gibi yerlere fırlatılmış

sigaralar az

herşey boktan

terso


arsalar gereksiz


arızalar var


kelimeden kelimeye koş tur dur

ööö
böö

yeter be


be
hafif


yeter de

de ruh
ruhlarla temas
ruha sadakat

ruhlarla oyun

bilgisayar başında yoğun iş
falan filan


çok sıkıcı herşey

sevilmeyi bile sıkıcı ilan edicem
çok sıkıldım

sevilmemek ve sevmemek zaten siz daha iyi bilirsiniz


0 comments

sayfalarını çeviremediğim için, kendimi çok yalnız hissediyorum dünyada. bunu yaşayan çok az insan kaldı. belki de hiç kimse yok. kendimi, bir kitaba ancak öyle yakışabilirim diye kandırıyorum. ekranlardaki isteri yaşanıyor sokaklarda, iş yerlerinde işbitimine dek kasaya kapatılmış ve kıstırılmış hislerde, psikolojik yaptırımlarla ve psikolojik telkinlerle dönüyor dünya. bir alt sınıf televizyonla, bir üst sınıf internette. üst sınıfın "aç-kapa" yapmaya meyli var. alt sınıfsa televizyonun yaptıgı gibi kendini görmezden gelerek 24 saat yayını sürdürüyor.

bu kaotik dünyada hala sınıflara inanmıyorum. bu alt üst olmuş dünyada, alt ya da üst sınıflar o kadar matrak geliyor bana, buna ragmen gülmüyorum. zaman tutmuyorum, fakat epey uzun anılar diziliyor düşünceye girdigimde. düşünce ipince bir ip gibi ve üzerinden yürümek güç. dünyamla birlikte, düşüncem de sallanıyor.

dünyanın sayfalarını agır agır çeviremedigim için memnuniyetsizim. içimi doldurmuyor dünya. oysa, ögrendim ki kitaplar bunu yapar. kitaplar, beni yogun ışımaya maruz bırakmıyor. lambayı söndürdügümde sözcükler okunamaz oldugunda, bir önceki sayfaya dönebiliyorum gözümü kapatıp. okumak için gözlerime ihtiyacım olsa da, hayallerim için onlara hiç gerek yok. şimdiye dek gördügüm şeyleri dönüştürerek ya da sonraki sayfaları hayal ederek devam edebiliyorum.

yazıya artık inanmıyorum. bunu yazdıgım halde ...yazıyorum. bu, büyük çelişki. sanırım çelişkiyi yaşıyorum. ...bu yüzden, samimiyim.

büyük dramlar... ekmegin kurumasından ve aç kalışımdan daha büyük dram yok. başkaları kadar ben de ölüyorum. hatta, gün gelecek onların ölüşünü unutacak kadar çok ölecegim. bu yüzden, büyük dramlardan başka bir şeye açık odam yok. binamı dinamitledim. ..........ve kardeşim camı örttü.. televizyonda aliye var. başka bir odaya geçebilirim ve bunlardan uzaklaşabilirim. ama yapmak istemiyorum. kardeşim bulgur pilavı pişirsin. ben feminizm okumuş olayım. kardeşim aliye'yi seyretsin. ben dünyanın sayfalarını çeviremedigim için yaşamın beni kesmedigini söyleyeyim. ince kagıt kesigi. çizilmiş parmaklar. sonra fark edilen acı. dünyanın beni kesmedigini söylerken, kapıldıgım şey, belki de sadece henüz farketmemiş oluşum.

bugün biraz kuran okudum. furkan suresi. gözümü kapayıp, internetteki kuran sitelerinin birinden seçtim okuyacagım kısmı. insan gözü kapalıyken tıklayabiliyor. "furkan" kelimesini ilk gördügümde aklıma, bir zamanlarki arkadaşım furkan geldi. onu, uzun süre düşünemedim. aklımda kalan tek anı, okul servisi fren yaptıgında, servisin en arka koltugundan en ön koltugun arkasına kadar uçmasıydı. ve çok zayıf oluşu. ve sonra sivas'a gidişi. ve çok kısa oluşu. arkasından, "belki kangallarla birlikte izbanduta döner" denilişi. hiç bir şey hissetmeyişim. hatırlarken hafızamın çöplügünde gezinişim ve sadece hatırlayabiliyor oluşumdan duydugum yaşam hissi.

bugün, bir kadına heyecanlandım. ucuzluga düşmüş dergilerin berbat sayfalarından birine fotografını basmışlardı. fransa'da orkestra şefligi yapan ve adıyla ilgilenmedigim bir kadın. "ilk kez betofu'nın appassionata'sını dinledigimde yedi yaşındaydım. ve o an aldıgım tadı bir daha hiç duymadım. klasik müzik, bence, bu yüzden burjuvaların degil elinde kaleşnikof tutmuş insanların müzigidir. yani, yontulmuş hislerin degil, fırtınanın karnında çalkalanmışların çok büyük tad alabilecegi bir müziktir." diyen bir kadındı. çok büyük bir heyecanla appasionata'yı aramaya başladım. çünkü kendimi parasız, fakir bir burjuva gibi hissetmeye başlamıştım ve bu yolda daha fazla ilerlemek istemiyordum. bir an önce saldırı planları yapmalıydım.. ve bu da, benim yolumda yordamımda, ancak müzikle olabilirdi. müzigin farklı gruplar, ve virtüözlerin elinden çıkmış çeşitlemelerini dinlemeye başladım.... şarkılar internetten inenene dek uyudum. çünkü, yapacagım, yapmak istedigim herhangi bir şey yoktu. ya da olsa da yapamazdım. şarkılar indiginde, önce, secret garden adlı grubun appasionata'sını dinledim.

bir kızılderili öyküsüne düşmüş gibiydim. ve buzullar... hasta yattıgım kızakta, donarak ölmemem için, etrafımdaki beyaz ve gri sibirya kurtları bana refakat ediyorlardı. gri buzun üzerinden kayarken, geride mavi çizgiler bırakan kızagı çeken köpeklerin yanısıra; ellerimi yalayan kurtlar, şah damarımdaki kanın donmasını engellemek için gırtlagımda soluyan başka bir kurt, gögsüme yatmış bir köpek daha.... beni korumaya çalışıyorlar ve buzun üzerinde gitgide uzaklaşmama ortak oluyorlardı. bir kızılderili öyküsüne düşmüş gibiydim. tüm bunları anlatan sanki bir kızılderili kadındı. saçları simsiyah ve tepesinde at derisinden bir bant vardı. öykü, bir tüccar gezginin heybesinde, kutuplardan, yeni dünya'ya kadar taşınmıştı. kızılderili çocuklar, öyküdeki yüzümü göremiyorlardı. ben de öyle... kalbimin sızladıgı yerde kurtlardan biri uludu. sonra yine gögsüme uzandı. ve hırıldadı. kızılderili çocuklardan yalnızca biri bunu duyabildi. çünkü o, digerlerinden farklıydı. benim için farklıydı. anneleri için hepsinin bambaşka oluşundan farklı. çünkü, o kızılderili çocuk bana benziyordu. ve tıpkı benim yaptıgım gibi, kendinde beni gördü. anlatan kadın, hikayenin geri kalanıyla geceyi oyalarken; o çocuk, kimseye belli etmeksizin ateşin etrafından ayrıldı ve gölde yüzen atların yanına kaçtı. ben, kızagın üzerinde uzaktaki buz bugusuna götürülürken, rüyamda o çocugu görüyordum. çocuk, yıkanan atların yelelerinden akan suyun ışıltısıyla geceyi geçirirken; ben çocugu seyrediyordum.

bir kız çocuguydu. saçları sarıydı. atlara insanlardan daha çok güveniyordu. günü geldiginde bir at kadar güzel olacagına inanıyordu. bir at kadar uzak. bir at......................... henüz bilmedigi gelecegini hak etmiyordu. çünkü, o, bir at olmayı hak ediyordu. başkalarının efendilerinin "vahşi" adını koydugu, özgür bir at. çamurun içinden geçen ve kirlenmemiş. gece, gölde diger atlarla yıkanan ve sessiz. ona, insanların kendilerini asla taşıtamayacagını bilen, asla insanları taşımayacak olan, ve gözlerinin hüznünü taşıyan bir at. Atlar, kızılderili kız çocugundan korkmuyordu. Bense, ellerimi yalayan, boynuma soluguyla gelen, gögsüme yatmış olan kurtlardan korkmuyordum.

beyaz fanilamın yakasını ısırarak yırttıgımı fark ettim.


0 comments

durma hiç. bende hiç bir şey yok.

kusulamayan bir mide bulantısı. 'kötü görünüyorsun, seni bir arkadaşına götüreyim mi' diyemedigim yabancılar. kıramadığım eski bir masa lambası ampulüne bakarak 'gözyaşlarımı yakmaya çalıştım bu gece' diyen. başkalarının kötülügünü şehvette arayan. metro'da, yanında, karşında oturan ya da ayakta duranlardan biriyim. sen de benim için öylesin.

hiç durma. yok hiç bi şeyim. iyiyim... malesef iyiyim...çok. iyiyim.

bi müzisyenin gey hayranı. annesiyle aglayan. dökülen yaprakları özleyen. o kadını yazmayı denemeyen. bu akşam bi kitapla mutlu olmuş. ...........herhangi. maalesef hiç biri! duvardaki gölgeme bakana dek yüzümü bile unuttum. burnumu. saçımı. gözlerimi... ki gölgemde görülen şey yalnız karaltı. bu sabah falımda 'ileriye dair ne yapacagınıza karar vermek için dogru gündesiniz' yazıyordu. ve ben, şu sabah, yazıya inanmadıgımı anladım. ....maalesef, iyiyim.


bi hayatla kelimesiz kalan yazı

0 comments

keşke dogdugum akşamüstü, ölmüş olan tüm diger kardeşlerim gibi ölseydim. dogacagı söylenen çocuklarım benş affetsin... ama onlara, ölümden daha güzel bir yaşam veremem. hiç bir baba, çocuguna ölümden daha güzel, daha şerefli, daha yarasız bi yaşam veremez. babaların varlıgı çocukların yaralarını deşer yalnızca. zavallı babalar... ve bir de yaşlandıklarında, bunu anlamaya başlayanlar........ zavallı prezervatifsiz dünya......... prezervatiflerin içinde korunması gereken dünya......... acıdıgım dünya... ve dünyaya acıyan zavallı algım.... ve ben.... ne kadar boş....

keşke evde bir kutu kesme şeker bulsaydım. belki bir anda cennete düştügünü sanan tarihin önemli bir insanı gibi mutlu olurdum. ve birden ........ne yazacagımı bulurdum.

elma sepeti üstünde şeftali reçeli yazardım.

birileri gülümser ve güzel bir rüzgar eserdi okuyanın burnunun üstünden.


........................iyi ki sigaram var.

sigarasızlıktan delirdi ve ölmeyi istedigini yazıyor denilmesine dayanamazdım.

bir arkadaşımın arkadaşı eroinden ... kanserden... yaşamdan... öldü.
çekildi.
gitti.


............................................................

aşkı agzıma sıçtırdıysam bunu neden yazmayayım ki.


..............yolda düşecek gibi oldugumda neden tutunuyorum ki.

neden kendimi o an bırakmıyorum ki.

şimdi de 'ki' evreme girdim.

....................


sonra doldurulur

0 comments

Ben yazıya inanmıyorum. Hatta yazıdan nefret ediyorum. İnsanlara da inanmıyorum. Nefret bile etmediklerim var..... Güzel hikayeler yalanmış. Herkes herkesi kirlettigi gibi ben de öyle yapacagım. Yaşamanın saklanan ismi buysa.. yapacagım.

Ben neden böyle yazıyormuşum....
aslında hiç böyle degilmişim...

nasılım ha? söylesene......


Ben neden böyle yapıyormuşum...
aslında hiç de öyle degilmiş....


nasılmış ha.................. yo, buna gerek yok. hiç bir şey dinlemiyorum.

sadece, lale devri'ni dinliyorum.

ne annemi düşünecek haldeyim ne babamı ne kardeşimi ne seni ne onu ne de başka birini...
kendimi bile düşünemezken... başkalarını niye?

aklım gidip geliyormuş. içine bin de seni de gittigi yere götürsün.

aklım duruyormuş. yeterince hızlı okşarsan hareketlenir.

aklım... akıl aslında en baştan zavallıymış.

hiç bir şey... her şey....

:)))))


iyi olmaktan da domuz olmaktan da kusabilirim. ebilmek abilmek. belki de bitti. 4 kalem pil yutup ölebilirim... çinko muydu yoksa uranyum mu... hiç düşünmeden... ya da düşünürken derin ve karanlık uykuya dogru... gümüş platin.

ekmek alabilmek.

ekmek yiyebilmek.

hayat sahiden zor yaa... diyebilmek.

sıgırdanlıkta devinerek yayılmak.....

bi adımlık boş alan bile bulamamak. ................................................................eskiden........ ahahah.... düşüncelerim hep ilk cümlede düşüyor..... ne güzel..... armagan'ın boş ekrana mektupları... ne kadar güzel..... bi çagın kapandıgını yazmanın artık hiç bi halt hissi vermiyo oluşundan anlıyorum.

bi çag kapandı. artık herkes hep birlikte yazıyoruz. ve bu bana herkes gibi hissettiriyor. dilek şart kipi. artık beklemedigim bissürü vidyo klib. p yerine b yazmak ve dil devrimi. didem'i özledim... hep gelib yazan didem'i..... artık hiç inanmadıgım belki de bebegini emziren ve akşama yapacagı yemegi dümdüz düşünen ve uçuşan çilek reçeli baloncuklarından falan geçmiş olan didem'i.

didem'in beni bulmasını istiyorum.

bana bi tek şey söylemesini... bilmedigim bi tek şey.... yine beni heyecanlandırmasını...... belki yaşayabilirim.


sokakta nefes alabilmek................... hiç bir zaman kimse için kesintisiz ilgim yoktu. ve kesintili ilgi bile beklemedim. beklemiyorum. yorumların huzurunda gezinirken ruhum bi camideki münafık gibi kabarıp benim nefesimi kesip duruyodu. yorumlamak hiç bir yerimi heyecanlandırmıyor. gülüyorum hayata. gülen gözlerle ve dudaklarla ve ellerle ve kıçımla ve dizlerle bakıyorum. bu beni daha çok somurtuyor. gülen çocuk yüzlerinin üstüne boya dökülmüş gibi geliyor. keşke bir gün karen'in bir gün lorca'nın bir gece umay'ın içinde olsam... onlar yazarken... sonra yok olsam... keşke bir cin olarak dünyaya gelseymişim galiba... birilerinin içine tam da istedigim gibi girermişim... belki de sexe olan merakımın tükenişi yüzünden yazarken duruldum. ve artık sözcükler 35 derece ateşle yanan bir hastaya degen parmaklar gibi irkiltiyor.... bazen / belki / sanırım / istiyorum... tüm bu sözcükler hatırlayamadıgım anılarla ve duraksamalarla dolu. hala 1 pil bile yutmadım. kalem pil. ve hala umay'ın verdigi çakmak beni mutlu ediyor.

neden hala bitmiyor.....


başkalarının acısına bakmak / susan sontag:.....
başkalarının acısına bakmak istemiyorum. başkalarının acısıyla tıkadım gözlerimi, kulaklarımı, ..........kendi acıma bile bakamayacak haldeyim.

başkalarının yaşamlarına bakmak/ armagan
başkalarının yaşamlarına da bakmak istemiyorum. ÇÜNKÜ BAŞKALARININ YAŞAMI ACI!

kahvemin soguyuşu bile karanlık... karamsarlık nerde....


sokaga çıktıgımda çok aydınlık her yer. insanı güneş'in kalbine babasının kılıcını batırmaya itecek kadar çig ve aydınlık. hep yagmur yagsa. hep sonbahar kalsa. ya da zihnime sonbaharda bir mil çekilse. miladımı unuttum.

dün ya da önceki günden de önce... keşke on iki yaşıma dönseydim dedim. keşke on iki... ve on iki yaşıma dair hiç bi şey hatırlamıyorum. ben sahiden hatırlamaya on üçümle başladım... belki de bi de yedi. yedi yaşım....

sonrası dağ, kaya, çakıl, kurak ovanın tenekesi.

Tanrı'ya bile kızgınım. Bana, isteyip istemedigimi sormadan bir yaşam verdi. Hoş... sorsaydı da, istemiyorum demeyi beceremezdim. İşte herşeyin başlangıcı ve sonu.


.................gerçekten yalnız olmak istiyorum. sürünmenin olmadıgı bi yerde sonuna kadar. cennet bile yalnız bir yer degil... ne de cehennem ve acısı.... yalnızlık nerde.... bu halimle bile yeterince yalnız degilim.

belki de sırf bunun için bir tanrının oldugunu bile bile, kafir olmalıyım. ...............herşeye ve herkese ihanetten başka çıkış varsa neresi.................................................................


............durmak istiyorum.
duymak degil... görmek degil... dokunmak degil... ve bunları yapmayışımın bende arzu yaratmasını degil.

durmak istiyorum.
periyodik tablodaki elementler bile durmuyor.

bir atomun bile duran parçası yok.

......................
DURMAK ya da DURdurMAK istiyorum!

................................................ yorgunluk, öfke, sevgi.... hiç

hiç. nokta.


..................................................hahahahahahaha




....................................................gizli gizli kendinden başka bi tanrıya inanan bir mısır tanrısı olmak gibi.


....................................................................noktalar koyarak yanılmak gibi..



ve bu sözcük: gibi......


ve aralara koydugum boşluklar


ve kibarlık


ve kibarlıktan susmak


ve kibarcık



ve kabarcık....


kabarcıklar ortasında şelalenin içine giren bir gemi kazası...............

saçmalama hakkı.


saçmalamak hakkı.


uyusam ve uyanmasam.

canım yanmasa.

şekersiz kahvenin yüzümü ekşiten tadı.


'beni bi süre görmeyeceksin. msn'e giremeyecegim. sebebi: istemiyo oluşum. çünkü artık yazıya inanmıyorum. dolayısıyla, ..manasızım.'..............bile yazamıyorum.


........................artık yazıya inanmıyorum.
başka hiç bi şeye inanmıyodum.
artık inanmıyorum.


..bi tanrı var biliyorum.... ama deliligim falan yok... ve o olmadan hiç bişeyin, bu dünyanın dönüşmemiş halinin bana hitap edecek bi sesi, bi şarkısı yok.

deliler gibi aglamak istiyorum.
bunu bile yapamıyorum.

buruk tebessümüm de yok.


yalnızlık evinin vazgeçen oyuncagı

0 comments

Halının üstünden kalkamıyorum. Masa lambasıyla aydınlatılmış karanlık bir odada - tepede ampulum ve florasanın olmadıgı bir salonda - duvardaki filmin karşısında.... donuk bir fil resminin karşısında kaldım. Halının üstündeyim.... nerede eski kaotik kargaşa.... nerede 'neredeyim?' soruları....


gözyaşımı masa lambasının ampulunde, halının tam üstünde yakmaya çalıştım... belki artık kör olmak istiyorum.

yazı benden sogudu.... ben.... kendimden.

tanıdıgım insanlara bunu neden yapıyorum.... tanıdıgım insanlar bana bunu neden.....

annem neden lale devri'ni bana 2 gece üst üste dinletip beni aglatıyor. sonra aynı konsere gidiyoruz ve bir kez daha.... annem benden ne anlıyor... ben lale devrinden .... ne....

sinirlenmek bir suç degilse niye yanlış.... hep sevmem gereken başka bir kadın neden ben sinirliyken benimle konuşmak istiyor... bacaklarımın arkasına sanki bin wattlık elektrik veriliyor... kasılıyor... ve omuzlarım da ...bilmiyorum... egik diyemeyecegim kadar gergin.

yazı benden sogudu.... yazı aglayışımı bile kuruttu....... gülüşümü bir şeytanınkiyle karıştıracak kadar kendimden sogudum.

benim hiç arkadaşım yok.

aşk diye bir şey de yok.

yazar da degilim.

yazamayışımdan herşey okunuyor.

hiç bir romanda kaybolmadım.

hiç bir zaman armagan olmadım.

lale devrinin benimle ilgisi yok.

sigara içmenin bir keyfi....

aptal yazılarla kaybedilen zamanın telafisi ve aptallıgın her şekli.... hiç biri için, dogmamın bir geregi yoktu.

tanrı benim boynumu bükmemi mi istiyor... olmayanı kabullenmemi mi...
o'nun oldugunu biliyorum... peki... tanrı, benim... hayatta olmayan şeyleri kabullenmemi mi istiyor.

tanrı bir şey istiyor mu?

banane tanrı'dan diyecek kadar neyim... ney miyim.....

uzaktayken atılan mesajlara bile kapattım mı defterimi ve telefonumu ve camımı ve kameramı.....

gülerken neden kahkahanın peşinden gitmeden, daha gülümsemem başlarken kesiliyorum?

neden diye sormaktan başka bir bok var mı.....

lale devri beni aglatırken yazmaya başladım ve yazı bana ihanet etti.

benim hiç arkadaşım yok... yazı bile artık yok.

yaşamayı boşver, agza alınacak bir intiharım bile yok.


havada gaz kokusu var, açık pencereden geliyor... denizin ortasında, dubanın altındaki paslı varillerin arasına saklandıgım zamanki koku bu. duvarın içine girmek isterdim. silmek istedigim fil çizimiyle temas etmeyecek herhangi bir yerde.... onu çizmemiş olacak kadar yaşamamış olmayı. ......dogar dogmaz sünnet edilmesi daha saglıklıymış erkeklerin... bence en iyisi dogar dogmaz .... hayır bunu yazamam.... şimdi hiç sevmedigim ve bir zamanlar sag kolu oldugum bir falcı '2 çocugun olacak. ikiz dogacak. biri dogarken ölecek.' dedi............................... o çocugun yaşamına kendi kaybedişimi ve bırakma ve tükenme istegimi karıştırmayacagım. ....bi insan sahiden tükenmeyi ister mi ki zaten.... ben, diger varlıkları gördügüm zaman, kaç kişiye insan diyorum ki.....

yazı beni terk etti.

ya da ben onu terk ettim.

.......tekrar başlamaya istegim çok ama hep olmayan şeyleri istedim.

......güzel romanlar okuyup onlara inanmak istiyorum. ve bi de belki tanrı'ya.


miros

0 comments

beyaz perdeler kapalı. televizyonda sesi kısık zatürre bir sezercik filmi. nina simone konser kayıtları çalıyor. 2005 yılında istanbul sinemalar festivali'nde sergilenmiş, tarnation'ı seyrettim. bir kaç dakika geçti. ayılmak için kendime bir fincan kahve yaptım. kahve, göğsümü yakıyor. bu adam bundan sonra film çekemez dedim. televizyon dizilerinde de oynamaz. annesinin şizofrenisi ve kendisinin 12 yaşından itibaren biriktirdiği yaşanmışlığı.
filmini eşcinsellik, piskaytirik -tedaviler-, meşhur olma düşü ve yeraltı sineması üzerine kurmuş. sistemin çöktüğü yerler üzerine inşa etmeye çalışmış filmini. beni, ağlattı
ve güldürdü.
şimdiye dek tanıdığım kimliği zedelenmiş insanları ve kendimi anımsadım. bir kimliğin olamayacağına dair durmadan düşünmüş ve yazmıştım bir önceki gece, aynı saatlerde. yine de kimliği zedelenmiş şizofren melekleri anımsadım. şizoid olmaları şartı yoktu. melek zaten değillerdi. bedenlerinin içinde yağ, kan, kas ve hatta kemik olan melek olmaz. olur olmaz gülmeyen hiç kimse şizofren olamaz. onlar bir süre sonra ağlamayı bile beceremiyorlardı. gülüşlerindense utanıyorlardı. ...ne anlatıyorum ben?
kısaca'lara alışmışlar için şöyle:
insanlar, "insan"ı rahat bırakın. ülkelerinize ait olmayan bizleri rahat bırakın. yani birbirimizi. düşlerinize kurulamayan bizleri rahat bırakın. yani, birbirinizi. o "özgürlük" düşlerinize bile hiç gerek yok inanın, ... .
bunları yazarken televizyondaki filmin bittiğini fark ettim. kapatıyorum televizyonu da! ona da ihtiyacım yok. haber almaya, haber vermeye, yönetmeye, yönetilmeye... iyileşmeye ya da manipülasyon edilmeye.... bu hikayeden neden hala bıkmadıklarını bilmiyorum, öğrenmesem de kabul, ama artık rahat bırakılmak istiyorum.
neredeyse üç ay oldu. kimseyle görüşmüyorum. hala arınamadım. evet! ben insanlardan ve topluluklardan ve toplumdan ve toplumlardan, kurallardan, kuralsızlık diye yutturulmaya çalışılanlardan arınmayı istiyorum. söz, tutsam da tutmasam da söz, kimseye zarar vermek yok. faydalı olma kandırmacasına da kapılmam. üniversitelerde zorla referans verdirilen hobbes, her ne dediyse, kendisi, yaşamıyla söylediğinin ardında dursun. "insan doğası gereği kötü"... "insan kontrol edilmeli ve uzlaşmaya dahil olmalı yoksa toplumsal felaketler zinciri kendini gösterir ve güçlü olan, olmayanı ezer". ...eğer bu gerçekse, insanlıktan nüfuzumun silinmesini istiyorum.
ne güçlüyüm ne de güçsüz. toplum teorileri ya da gündelik yaşam görüntülerinin arkasında yatan dinamikler.... hiç ilgilenmiyorum. bir uçak nasıl inşa edilir ya da hastalıklar nasıl tedavi edilir... umrumda bile degil. televizyon programcılığının beş altın kuralı nedir... bilmiyorum. film çekimi için kurgu safhasında unutulmaması gerekenler... degerli bulmuyorum. kendini gerçekleştirmenin kavramsallaştırılması... gerçekçi bulmuyorum. anlatıcının ölümü, yeniden doğumu, anlatıcının kırılması... debelenmiyorum. diyalektik materyalizmde hegel'in etkisi... duygulanmıyorum. ekmek kaç lira bugün şu an?... bisküvi yiyorum. ermeni tehciri, ermeni katliamı... takip etmiyorum. kurtuluş savaşı ve "..çılgın türkler" kitabının milliyetçilik temelli okuması... damarlanmıyorum. mor ve ötesi ve rock kültürünün yerellik ekseninde incelenmesi... dans etmiyorum.
bu dünya ile ilgilenmiyorum. öteki dünya,lar ile de ilgilenmiyorum.önceki yaşantılarımı da merak etmiyorum. konuşacak, ikna olacak, ikna edecek, paylaşacak herhangi bir şeyle ilgilemiyorum. olduğum gibi bırakılmayı arzuluyorum. bunun imkansızlığının kendini ortadan kaldırabilmesini dilerdim.
hafızamı da, geleceğe dair öngörümü de görüş açımın darlığını da... herşeyi
lanetliyorum. kızamayışıma da... kızamıyorum. çünkü, nina simone dinliyorum.
....zorlama düşler peşinde, ömrümü değerlendirmemi isteyen birileri hala
var. bir insan, bir tane daha, bir kaç topluluk, oluşum, kurum, ..........dışardaki yaşamı gönülden ve sorgusuz sevenleri sevebileceğimi sanmıyorum. canımın istediğinden tek parça daha fazla açıklama yapmaya mecbur değilim. çünkü, kimseyi -canları istediğinden fazla- açıklama yapmaları için hayatım boyunca zorlamadım. buna hakkım yok. o yüzden, sorulmama hakkım var.......şimdilik, saat beş sıfır altı'dan
yaşamım..... bu kadar.

ve, yazıyı yazdıktan sonra "tarnation" ne demek diye baktım sözlükten. tarnation: lanet (olsun), demekmiş.
jonathan caouette',seni maalesef anlıyorum.


Soğuğun Yelkeni

1 comments


Perşembe gecesi son bulan kar fırtınasından hemen önce evdeki boya kutularını teker teker salona taşıdı. Duvarları siyaha boyamaya karar verdiğini söylediği zaman, eski bir arkadaşı ona, "kalın perdeler" almasını önermişti: "Böylece boya parası vermene de gerek kalmadan hep karanlıkta kalabilirsin." Hep geceleri uyanık kalıyor ve üşüyordu. Çünkü kaloriferler gece saat ikide söndürülüyordu. Kalan sıcaklığın, yorganları ve battaniyeleri altındakileri sabaha dek idare edeceği düşünülüyordu. Tıpkı, siyah boyanın yerine kalın perdelerin daha makul oluşu gibi,

Gazetelerden birinin cumartesi ekinde tüm hayatından vazgeçip yeni bir yaşama giden insanlara dair bir yazı okuduğunu hatırlıyordu. En canlı anısı o şimdi kimbilir hangi manavdaki portakalları sarmak için kullanılıyor olan gazete yazısına dairdi. Yazının konusu, çeşitli şirket ve kurumlarda çalışmış kişilerin, otuzlarına geldiklerinde, kapitalist sistemin görünür yüzünden çekilip "yaşam"ın play tuşuna basan bebekler gibi, kurtuluşu izolasyonda bulmalarıydı. Bu insanlar, bir süre para biriktiriyor; sonra biriktirdikleri parayla hayatlarını istemedikleri bir işte çalışarak harcamaktan kendilerini azad etmiş oluyorlardı. Kamera arkasında bir yerlerde saklı, çalışmaktan uyurgezer düşmüş şehirlilerin unuttuğu uzak bir köye göç ediyorlardı. Oralarda kurdurdukları ya da devraldıkları tripleks villalarda, doğaya dönüş semptomları gösteren modern ölümlüler olarak ekip biçiyorlar, gündüzle uyanıp kahvaltıda sahici petek balı falan yiyorlardı. Kısaca, haber gazete okuyucusuna umut vermek amacıyla yapılmıştı, ve birinin yaşama yeterince tahammül ettiği taktirde yaşamla ödüllendirileceği anlatılıyordu. Hikayeye konu edilen her talihli firarînin yüzünde şablon bir gülümseme vardı. Zamanında ortodontik tedaviden geçtikleri için dişlerini göstermekte mahzur görmeyen yeni göçmenler, on ya da yüz on milyarları ile hayat akışlarını başka çeşit bir rantiye sokmuşlardı.

"Ali, 29 yaşında, Eski Bankacı. Gönüllü kölelikten kurtulduğum için çok memnunum. Artık, içinde bir yamuk var mı yok mu diye fenalık gelene dek okuduğum belgeleri imzalamak yerine, domateslerimin çekirdekli mi çekirdeksiz mi olduğuyla ilgileniyorum. Ve bir sivri biberin yaşattığı tatsız sürpriz, insanlarınkinden daha az acı." / "Meral, 32 yaşında, Eski Satış Müdürü. Para kazanmak için katlanılan bazı sorumluluklar vardı ki insanı yiyip bitiriyordu. Az daha gençliğimi siliyordum. Şimdi şiir yazmaya ve balık tutmaya... kısacası yaşamaya vaktim var.", "Sabri, 35 yaşında, Eski Arge Sorumlusu. Emekliliğimi bekleyebilirdim. Ama ben sabırsızımdır, emeklemekten de erken bıkmışım zaten. Artık mutlu ve huzurlu, aile saadeti dolu bir yaşam kurdum kendime. Herkese öneriyorum.","Cemile, 28........".

Gazetedeki insanların isimlerini, yaşlarını, söylediklerini hatırlamıyordu. Anımsadığı bir tek şey vardı: Yazıyı okuduktan sonra kurduğu hayal. Üniversitedeydi. Yarını düşünmediği gibi, gün içinde yaşadıklarının bilançosunu tutan tiplerden de değildi. O yazıyı okuduğunda, sanki o yaşına dek bir şirkette çalışmış bir memur gibi hissediyor oluşunun farkına varmıştı. Bir yıl içinde, mezun olduktan sonra, gireceği herhangi bir işin de bu hissin devamı olacağını düşünmüştü. Kendini otuz üç yaşındaki haliyle düşlemiş ve bir bavul hazırlamıştı. İçine eski model bir çalar saat, bir tomar kâğıt, iki tükenmez kalem, bir şişe kanyak, .....hayır, içine ne koyacağını bir türlü bulamamıştı. Bavulun içine koyduğu tüm nesneler kayboluyordu. Sonunda bavulun içine kendisi girdi. Fermuarı aralıktan çekerek kapattı ve kaybolmayı bekledi. Bir saatten fazla gözlerini yumarak kaybolmayı umdu. Masasındaki eski çalar saatin sesini duydu. Gözlerini açmadı. Bavul onu götürmezse o hemen bir şey yapmalıydı. Harekete geçti ve içindeyken, zıplayarak gitmeye çabaladı. Bavul yalnızca devrildi. Yataktan doğruldu. Hayalleri bile aksamıştı. Ve derse yine geç kalmıştı.

O ve ondan sonraki gecelerde, diplomasını alana dek, okulu bırakıp bırakmamak konusundaki kararsızlığıyle birlikte, dolabında hep boş bıraktığı ekose desenli bir bavul bekledi. Mezun olurken diğer eşyaları ve kitaplarıyla birlikte bavulunu okul çöplüğüne attı.

Mezuniyet ondaki "henüz başlamamış olan gerçek yaşam" hissini silen bir milat olmanın aksine, bir gün yaşamın başlayacağı umudunu da köreltmişti. Gitmek isteyip de nereye gideceğini bulamıyor ve bu onun bulunduğu yerde bir yaşantı kurmasına engel oluyordu. Çeşitli öykülere dalıp çıkıyor, farklı varyasyonları olan ölüm, aşk, başarısızlık, kin, ihanet ve bunun gibi milyonlarca kavramla şekillenen hisler ve düşünceler arsında geziniyordu. Bazen, o gün bavulun içinde aradığı yok olma düşünü ona yaşatan aşklar, kinler, ölümler ve ihanetlere rastgeliyordu. Fakat, bunların tümü sonlu yok oluşlardı. Ve bazen aşkın, ihanetin, hatta ölümün olmadığına inanıyordu. "Belki de yalnızca bir tek şeyi yitirdim ve her şey öyle çözüldü." diyordu. Aklını kastediyordu.

Deliliğe ezelden beri merakı vardı. Kime, neden, hangi sözcüklerle "deli" denildiğine dair doymak bilmeyen, her dem aç bir öğrenme tutkusu duyuyordu. Bu tutku, henüz, dünyanın televizyon dışından göründüğü haliyle ilgilenmediği 80'li yıllardaki çocukluğunda bile mevcuttu. Üniversite ile birlikte, "Deliyim, gözü kara deliyim..." diyen pop şarkılarından ve "delilik: akıldışı davranma durumu" diyen sözlüklerden kurulu dünya, ağır ağır Foucault'nun tarihselleştirmelerine, Erasmus'un düzdüğü övgülere, Guattari'nin altüst ettiği hastanelere ve kendi tasarladığı akıl hastanesi araştırma projelerine doğru genişlemişti. Her genişlemenin ferahlık sunmadığına dair bir kanıt olabilirdi bu süreç pekala. Bir gün aynaya bakıp deli olup olmadığını sormuştu kendine. "Aynaya bakıp, ondan bir yanıt bekleyerek bunu soruyorsam deliyim. Deli olduğumun farkındaysam değilim." diye düşünüp bir sonuç çıkaramamıştı aynadan da. Ona göre, dünya delirmiş bir haldeydi ve bunu görebiliyorsa kendi kafayı yemiş olamazdı. Canının istediği ve istemediği her şeyi yapabilirdi, bilincini sıyırıp atmadığı, onu yakmadığı sürece kendiyleydi, gördükleri ve yaşadıklarıyla hal değişimlerinin yoğunluğundan sık sık yorgun düşen zekasıyla. Çok az şeyi sevecek kadar sağlıklıydı. Diğer adıyla tatminsizlik hastalığına tutulmuştu. Ve evini tamamen siyaha boyamaya karar vermişti.

Bir süredir evinde yaşıyordu. Dışarıda ne olduğunu merak etmiyordu. Ama çıkması gerekliydi, dışarıya karışmalıydı. Ara sıra hipermarketlere, şehrin çeşitli semtlerine, bir takım dükkanlara, iş yerlerine, ofislere, eğlence yerlerine, banka kuyruklarına, seyahat acentelerine, aile yemeklerine, okul ziyaretlerine, kahve muhabbetlerine, şiir gecelerine, seks kulüplerine, doğa gezilerine falan katılmalıydı. Bunlardan hepsine ya da içlerinden seçeceği en az üç tanesine dahil olmalıydı. Yoksa öldüğüne hükmedilirdi. Öldüğüne hükmedilenler ise, eğer sahiden içten hissedilen birileri değilse, unutulmaya mahkumdular. Unutulmak ona ne yapardı? Bunun da cevabını bilmiyordu, fakat ölsün istemiyordu. Önce o unutmalıydı! Hayat onu bir çırpıda bu kadar kolay unutmamalıydı. Umutsuzluk steryotipinin, kabul göre göre vasatlaşmış sonucu intihar, bir türlü onu ikna etmeyi beceremiyordu. Canı değişiklik istediğinde baktığı camdan gördüğü karşı apartmanın altına asılmış çamaşırları izlediği bazı gecelerde, ya da televizyonun sesini kısıp açık bıraktığı uykularda... düşünüyordu intiharı, ama intihar etmeyi değil.

Şimdiye dek binlerce intihar fantazisi kurmuştu. Fakat bunları gerçekleştirmeye bir an bile teşebbüs etmemişti. Bir dalgıçlık kursunda okyanusa açılıp tüpü soluk borusuna bağlayan kabloyu sökmek. Mutfakta yanan ampülü çıkarıp işaret parmağını duya sokmak. Özel tasarlanmış, kapağı kilitlenebilen bir klozetin içine kafasını sokup, eliyle dışarıdan kilitleyip elini gevşetmek... ve anahtar fayansların üzerine ağır çekimde düşerken, kendiliğinden çekilen sifonla birlikte bu dünyadan akıp gitmek. Tüm bu kurguların anlamı neydi? Okyanusundan sürülmüş ve artık yüzemeyen, yan yatmış bir balık olduğunu mu söylüyordu hayalleri? Yoksa, şimdiye dek anlamlandıramadığı yaşam elektronlarının tüm acısını birden aşırı elektrik dozuya çıkarmak peşinde miydi? Kendini "bok" gibi mi hissediyordu? Hayır. Kendini hiç bir şey gibi hissetmiyordu. Hiç bir şeyi hiç bir şey gibi hissetmiyordu. Bu yüzden ne dışardaki hayatı yaşıyor ne de intihar edip ölüyordu.

Salonda, yan yana aralıklarla dizdiği üç boya kutusundan birinin üstüne çıktı. Çıplaktı. Bir elini kasıklarının üzerine, ötekini göğsüne örttü. Bir Rönesans tablosundaki saçları memelerini örten Venüs gibi poz verdi duvarın karşısında. Rönesans umrunda olduğu için değil; gösterinin her türlüsünü sevdiğinden. Hiç kaybolmayan seyircisiydi kendinin ve böyle küçük referanslar çektiğinde canı, hiç düşünmeden sahnesini kurardı. Saçları kısa olduğu için elini kullanmıştı. Birazdan, gecenin bitmesine az kalmışken, kendi Aydınlanma Çağı'nın ilk darbesini vuracaktı duvarlara. Kapkara.
Siyahın boğucu bir renk olduğu bilgisine güvenip, bunalmak umuduyla tüm duvarları siyaha boyuyacaktı. Evde boğulursa, belki dışarıdaki soluksuz koşturmacayı evdeki inzivasına yeğler ve herkesin göründüğü gibi görünebilirdi dünyaya. İş başvurusunu yapar, önce bir ya da bir kaç yıl minimal maaşta devam eder; ardından optimal maaşıyla birlikte alım marjlarını genişletir, en sonunda da maksimal ikramiyesini alıp çıkardı sistemin meşru arka kapısından. Belki, yarı meşru bir kaç iş çevirir ve otuzunda olmasa da -çünkü yirmi üç yaşındaydı ve bir süredir "kendini geliştirme" söyleminin beklentisini tatmin eden kurslara, sertifika programlarına, sosyal çevre genişletme ve yalnız bırakılmama odaklı enformel hayhuylara katılmamıştı, bu bir kayıp sayılırdı- otuz sekizine yaklaşırken, toz tutmaz cilalı otomobiliyle tozlu yollara güvenli bir şekilde aşıp, o uzaktaki köylerden birinde başlatabilirdi özgürlük şarkısını. Orada bir kaç türkü falan öğrenir, sonra özgürlük repertuarına onları da katardı. Bu süreçte evlenmiş olurdu. En az bir en çok iki çocuk doğururdu. Çocuklarını sevdikçe anne olur, anneleştikçe dünyaya daha az yabancı numarası yapardı. Çünkü, artık dünya yabancısı olan çocuklarının öteki yabancılara karşı korunması gündeme gelirdi. Eşiyle boşanırlarsa çocuklardan birini yanına alır, nezih okullara gitmesini sağlardı. Hayali onu gülümsetti. Kendinden, kurduğu düşlerin kendini tatmin bile edemeyişinden utanmıştı. Öyle bir tebessümdü bu. Gülümsemesi geçerken, elini memesinden ve kasığının üzerinden çekti.
Belki de, tüm renkleri yuttuğu söylenen siyah, onu da yer ve duvarların içinde kaybolurdu. Daha önce ekoseli bavulun beceremediğini bu kez duvarlar yapardı. Kapıcı o akşam saat sekizde çöp istemek için zile basardı. Kapı açılmazdı. Kapıcı bunu yadırgamazdı çünkü bir haftadır açmıyordu kapıyı. İki hafta sonra babası cevap vermediği telefonlardan endişelenip eve gelirdi. Bu esnada, o çoktan duvarın siyahı tarafından soğurulmuş olurdu. Siyah duvarlar babasının dikkatini muhakkak çekerdi. Ancak, kızının bir duvarda kaybolduğunu asla düşleyemezdi. Ne yazık ki hiç birinin olmayacağını biliyordu. Zaten, ışınlanma denilen palavranın da, çocukluğundan beri bahsi geçtiği halde bir türlü keşfi başlatılamamıştı: Paralel evrenlere de uçamazdı. Uzaylılar da yoktu. Ya da onu alacak kadar dünyaya yaklaşamıyor ve korkuyorlardı. Hala öldürmeyen Tanrı'nın karşısında affedilmiş birinin maduriyetini, ya da hafifletilmiş ifadesi ile mahcubiyetini duyuyordu. Madem ki yaşamda masal yoktu; ya da masal, kurt tarafından anlatılan bir kırmızı başlıklı kız hikayesine dönüşmüştü, ...o zaman yapılacak tek şeyi yaptı, kendine tokat atıp uyandırmaya çalışır gibi...
Fırçanın naylonunu yırttı ve duvarları boyamaya başladı.


Tabansız

2 comments

Bu kez bir Esengül şarkısı eşliğinde yazıyorum. Keşke bir kurgum olsaydı ve yazdıklarımı kahramanlaştırmayı becerebilseydim. Yine de şükür ki okuma yazmayı öğretmişler bana. Hatta ilk söylediğim söz "Atatürk"müş. O kadar modernistim. Bir fotoğrafım bile var işaret parmağım havada, portrenin tam karşısında, teyzemin kucağında, kırmızı tulumumla. Hafızanın yetişmediği yerde fotoğraflar konuşur. Oysa onlar en sessiz ifadelerden biridir. Tezatlar alemine hoşgeldiniz.
Gelin Esengül'ün dillendirdiği sözleri aktararak başlayalım bugünkü hikayemize:
Ama bunun için önce şarkıyı başa almalıyım. Bu bile belge niteliği taşımasına yetiyor yazının. Şarkının ileri geri alınabildiği bir çağda yaşadığımın belirlenmesi, kimbilir, belki de pek mühimdir bir çeşit analizler için. Ya da bir kaç gün sonra karşıma çıkan bir yazıda göreceğim bir cümleyle, bu yazdığım anlam kazanır da ufak bir heyecan yaşarım. Yılbaşı yaklaşmıyor mu? İnsan hep umut etmek isteyen, çünkü çok sık unutan bir canlı. Her yılbaşı canlı yayınlarından sıkılmayışı da bununla açıklanabilir.
Esengül şöyle der buruk sesiyle;
"Manalı gözlerine, baktıkça eriyorum.
Manalı gözlerine, baktıkça eriyorum.
Gece gündüz rüyamda, hep seni görüyorum.
Yalancı deme bana! Sözümde duruyorum.
Yalancı deme bana!! Sözümde duruyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum."
Ve ara nağme girer. Biz bu arada bir tangonun gül yaprakları ile bağlantısını düşünürken ikinci parça yaklaşmaktadır. Anın yaklaşmasına dair bir heyecan fırtınası ve...
"Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim.
Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim.
Bana aşkı öğrettin. Hayat verdin sevgilim.
Yalancı deme bana!!! Sözümde duruyorum.
Yalancı deme bana.. sözümde duruyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum...."
Nedense bu satırlardan sonra iki şey aklıma geliyor. Biri Almodovar'ın aslında Türk kanı taşıdığı. İkincisi İsrail'li şair Fahima bilmemkimin toplumsal aforozu ( bu cümledeki tüm bilgiler çarpıtılmıştır, çünkü yazan çarpık bir hayat sürmektedir ve bitlidir, üç gün önce bit ilacı almasına rağmen hala şişeyi açmamıştır, bunun yerine gitmiş ve bir şişe şarap almıştır... çünkü kendisine bile saklı gündemleri vardır, ..Bir ruh için tasarlanmış saç kurutma makinasından farksızım şu an, biliyorum.)
Şarkının melodramik yapısı tam anlamıyla geçende seyrettiğim Yüksek Topuklar filmini anımsatıyor. Bu yüksek topuk mevhumu çeyrek yüzyıla yaklaşan yaşamımın kimi noktalarında karşıma çıkmıştır. Sanatsal skalada değerlendirildiğinde 1-Ömer Seyfettin hikayesi olarak (orijinal adı ile Yüksek Ökçeler), 2-Murathan Mungan'ın en pop romanı olarak, 3- Almodovar'ın hiç beklenmedik bir anda beni güldürmesiyle hoşlaştığım 90lı yıllar yapımı filmi olarak....Üç öyküde de yüksek topukların mizahla burun buruna geldiği dikkatimi çekiyor. Ancak Freud'un torunu olmadığım için bunun açılımını psikanalitikten yapamıyorum. Bir kere son derece fetiş bir şeymiş. Yüksek Topuklar..... sanırım aşağılık kompleksi olan erkekler ve kadınlar tarafından fetişize edilmiş bir nesne. Diğer bir özelliği topuğun sivri oluşu ve dolayısıyla can acıtabilecek bir özelliğinin oluşu. Bir defasında, babamın aktardığı bir anektotta Harbiye'de gece işe çıkan bir travestinin bir öküzün tepesini yüksek topuğunun dibine çivi çakarak cezalandırdığını duymuştum.... ki babam Almodovar olsaydı, ağzı açık "o ne güzel detaydı" diye anlatacak olan pek çok kimse, alışkın oldukları kimlik kayırmacılığı gereği, şimdi "babasının travestilerle işi neymiş?" diye soracaktır. "Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim".... Herneyse... söylemek ve söylememek konusunda kararsız kaldığıma göre söyleyebilirim: Babam balkondan seyretmiş. "Yalancı deme bana...sözümde duruyorum."
Bir kahve alıp artık midemin iç yapısını bulandıran kahve ağırlıklı sıvıyı takviye edip geri döneceğim.
----------------------------
"Manalı gözlerine... baktıkça eriyorum." Sözdizimindeki çiftmanalılığa bayılıyorum. Aşk kavramı ile "erimek" sözcüğünün iki yandan çıtçıtlanması gibi. Bir buz kütlesini bile eritmeye yeten aşk; aynı zamanda, insanların ruhani bir boyuta -üst ya da alt, zifiri ya da aydınlığı kör edici bir boyut olabilir fakat kesinlikle dünyasal değil- ermelerine de sebep oluyor.
"Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim." Bir keresinde "Dudaklarim da kirli. Onlarla öyle çirkin ve yalan olan doğrulari söylettiler ki. Ezberlediğim her şeyi unutana dek yeni bir şey öğrenmeyeceğim. Onlarla küfürden beter, öyle kibar gülümsedim ki. Artik kaskatilar. Bu yüzden, yanağimi öp, dedim. Orasi temiz… bir zamanlar her gün yikaniyordu gözlerimle. Ondan! Bin kez öp beni yanağimdan. Ve bitsin. Aci ya da mutluluk… ne varsa son noktayi yanağima koy. Tamam miiiiiiiii. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .ben seni öpmem." yazmıştım. Bu demek oluyor ki; Esengül'le sanatsal bir ilişki yaşayabilirmişiz. Onu her gece pavyondan gelene dek bekler, evde yazılar yazıp mandallarla çamaşır iplerine asardım. O öksürürdü, ben peruğunu tarardım. Böyle bir ilişkiyi ister miydi? Hiç şüphesiz bir kenarda olmasını isterdi. Ama en damga vurucu ilişkisi ben olmazdım böyle bir kadının... O yüzden Esen-gül, seni kapayıp başka bir şarkıya geçiyorum. Çünkü kendi yazımda öykümü yadsıyacak bir hayata tahammül gösteremeyecek kadar kendimleyim şu an.
--------------------
Kar vakti geldiğinde tüm anılar silinir. Dünya yalnızca eski bir duvarkağıdı gibi görünmez olur. Hayaller sarar atmosferi ve tüm insanlar el ele tutuşup şarkı söylerler. "Bir şarkısın sen... ömür boyu sürecek... dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek..." Bu şarkının reenkarnasyon teorileri ile eşgüdümlü okuması yapıldığında, insanlık tarihine bile ışık tutabilmesi ne kadar hoş.
Ve apansız yine bir türk filmindeyim. Sezercik, Erol ya da Azize olabilirim... çünkü şu an penisimi hissetmiyorum. Bir sahil kasabasındayız, kasabada bir balo salonu var. Samanyolu çalıyor ve insanların düşüncelerinde evrendeki karadelikler ya da sanal iletişim yolları yok. "Uzaklara kaçıversek seninle biz... Bir gün elbet göze gelir bu sevgimiz.." Bir benliğin kendini gerçekleştirmeye duyduğu açlık. Aşk ya da değil. Aşkı sanırım çok bastırdım. Ama beni o kadar üzüntüye boğmamalıydı. Neden hep hastalara, delilere, uyuşturucu müptelalarına ve karşısında masum numarası çekmek zorunda bırakıldığım acemi kötülere aşık oluyorum. Hep olmasa bile çoğunlukla? Bunun cevabını gitmekten vazgeçtiğim terapist belki verebilirdi. Belki de bana verdirtirdi. Yoo, dün marketten canım ne isterse alacağımı ve kendimi asla ve kat'a sınırlandırmayacağımı söyleyerek evden çıktım. Bir şişe şarap, bir kavanoz mantar ve dört boş sidi aldım. Ve bugün hepsini tükettim. Bunları yapabilmek ya da terapiste para vermek arasındaki gelgitlerim beni hep bencilce canımın istediğini yapmaya yönlendiriyor. Böylece postmodern gibi en az modern kadar uyduruk bir sözcükle yadsınan, özerk ruh ve yaşama biçimimi yansıttığım tecrübe...... cümlenin sonunu unuttum. Zaten, pek de heyecan verici bir cümle değildi.
Bir aynaya bakıp kaç sayfa yazabilirim?.......... şu an bunu düşünüyorum. Ve canım gittikçe daha çok sıkılmaya başlıyor.
Dostoyevski'ye içten içe hayranlık besleyen ve.........
Sanırım birazdan dünyadan ne kadar zorla yedirildiysem o kadar kusacağım. Bu "zoraki"lik edebiyatı aslına bakılırsa doğumla ilgili. Geçende bir arkadaşım - hiç kimseyle görüşmeyip bu arkadaş bilgilerini nasıl aldığıma gelince... 3 haftada bir görüş günüm var- "Bu dünyaya kendi istemim dışında gelmediğimi düşünmeye başladığım an her şey daha güzel oldu." dedi. Yani bir amacı varmış gibi, dahası şu anki insan olarak gelmeyi kendi seçmiş gibi. Sanırım benim düşünsel ve fiili aktivitemi tıkayan sorun bu: Bir zorla getirilip bırakılmış hissinden çıkamıyorum.
Ve biraz düşününce ve altını açıp bakınca midem bulanıyor. Bunun kahveyle de ilgisi olabilir!
Pencere açık aşkım,
yüreğimde bir ördeğin kanat çırpışları,
dudaklarımda ince buz buğusu,
ve ölüm geldiğinde silinen kabus.
Canım bir anda böyle bir şey yapmak istedi.
Canımın istemesi iyiye delalet, henüz pek işe yarar ve çarpıcı bir şeyler istemiyor olsa bile, yaşamamı bir zorunluluk halinden tutup çıkarabilecek tek şey isteklilik. Sonu başarısızlık dahi olsa isteklilik hep bir imdat çekicidir.
Ve yine şarkının bilinci. "Bir şarkısın sen samanyolu, ömür boyu sürecek." Sene dört bin sekiz kırk sekiz buçuk. Yirmi sekizinci yüzyıldan sonra insanlar yılları buçuklara bölmeye karar verdikleri için böyle bir tanımlama doğru olacaktır. Ne tatsız kurgu. "Bir şarkısın sen... ömür boyu sürecek.." Ölümsüzlüğün çok yakınındaki insanyavruları artık minimum sekiz yüz elli sene yaşamaya başlamışlardır. Yaşam garanti altına alınmıştır. Küreselleşmenin tam tersi istikamette gitmiş ve mikro çipik köylere ayrılmış olan dünyada "Samanyolu" insanların dudaklarından bir türlü düşemiyordur. Dünya gezegeni de Samanyolu'ndan. Öyle sürüp gider....
Majör izolasyon tecrübesi esnasındaki en verimli anlarım sinemayla başbaşa kaldığım zamanlar. Film seyredip tv.nin başına döndüğümde perdedeki gölgelerde sinemamı yaşıyorum. Daha bu gece, sigara içip kafamı metalciler gibi sallayarak ve sonra bir pop ikonu gibi kesintili ve dairesel hareketlerle dans edip biraz kendimi yaşama adapte etmeye çalıştım.
Bir yandan da büyük hikayeleri düşünüyorum.
Carmen,
Madame Butterfly, ve Bovary
İlyada,
Kurtuluş Savaşı,
Kral Lear,
Burroughs'un yazdıkları,
Charlie Chaplin'in bayılınılan mimik tripleri........
hiç biri öyküme tekabül etmiyor.
ben de yazamıyorum kendi öykümü.
Ne hazin.
Dün tv.de çıkan, balık etli olduğu için prezantabl çehresine rağmen elendiğine kanaat getirdiğim Nimet adlı dans yarışması adayının sözcükleri beni hepsinden daha fazla etkiliyor şu an "Şairin dediği gibi, -"demesi gibi" deseydi ağzına daha yakışırdı, ancak ulusal ve uydusal televizyonda olmanın getirdiği bir öğle kuşağı programı söyleminin baskısı altındaki ifadesinde şöyle devam etmekte- "Hayallerinizi yakın. Eviniz sıcak kalsın." O şair ben olsaydım "Hayallerinizi yakın. Evinizi yıkın" gibi bir acımasızlığın içinden konuşurdum, ki kaldı ki bu bence acımasızlık değil. Biraz değişiklik için yüreklendirme. Bir nevi yarı anarşizm. Bu sözcük de, özgürlükçü manasının aksine, kullanırken beni en çok öz-töhmet altında bırakan laf: Sanki o kadar kutsaniyeti var ki, Emma Thompson gibilerinden sonra benim gibi bir İnternet kuşunun elinde sarkma yapıyor gibi geliyor. Oysa ben herkeze kaltak diyebilmeliyim. Nedir ki? Herkes bana istediğini ve bazen istemediğimi diyor, üzerime koyulan adlar yüzünden bazen dünyanın pimini çekmek falan istiyorum. Yüce Emma Thompson'a yüce olmayan bir laf ettiğim için neden suçlu hissedeyim ki.....
Gene düne karışmış zamanlar arasından birinde, bir gün telefon geldi. Telekinetik psişik bir moda geçtiğim için ya da sadece rastgelişten ötürü "Yahu Cemre n'apıyor?" diye sormuştum ziyaretime gelip, soluyup solumadığımı, solup solmadığımı ya da en basitinden herhangi bir saç değişikliği geçirip geçirmediğimi kontrol eden anneme. "Bilmem. Geçende annesi ve babasıyla pazarda karşılaştık" dedi. Annem eve döndüğünde Cemre'nin eve telefon ettiğini öğrendim. Babam numaramı vermiş.
Telefon çaldı. Açtım. "Ne kadar hayırsızsın" dedi. Ona, kalbimi kırmamasını yoksa sakat kalacağını söyleyebilirdim. Sadece ilk yarısındayken sustum. "Büyüdün mü küçüldün mü?" diye sordu. O an Alice Harikalar Diyarında'dan bir alıntıyla cevap verebilseydim sanırım manik bir mutlulukla dans ederdim. Yalnızca "küçüldüm" dedim ve yine çoğu zaman olduğu gibi, sosyal ilişkiye geçtiğim an başlayan ve kendime yakıştırmadığım gülümseme hali yüzümle birlikte sesime de kar gibi yayıldı. Aslında erimiş bir kaşar gibi yazacaktım, fakat yazının tarihsel kalıntı oluşundan dolayı kendime kar erimesini ilk olarak seçtim. Samimiyetimi bozmaması açısından kaşarin erimesini ikinci plana attım.
Yahu yahu.
Yeni bir projeye başlamayı düşünüyorum. Sanırım üç dört gün oldu. Projeden kastım, kendi kendime öğrendiğim fotoşop denilen ilüzyon setiyle, öncelikli olarak kendim için yaptığım görsel üretimler. Bir kaç tane derin ve hisli uygulamaya giriştim. Fakat her defasında hiç birini sevmeyip, kaydetmeden sildim. Böyle yapınca çalışmamış sayılıyorum. Kaydedip Cd'ye çekip ona buna yollarsam adına portfolyo deniyor ve çok çalışkan görünmüş oluyorum. Daha önce bu yoldan da geçtim. Ama köprüye bindikten sonra atlamaya karar verdim. Bir parça ekmek atıp çiğnemem gerek, sahiden midem fena.
...Bu defaki projemi yeni yıla ithaf edeceğim. ( Rezene çayı içiyorum, bakalım yazım nasıl etkilenecek..) Naylon poşedin içine bir noel baba heykeli koyacağım, elinde de bir pankart olsun istiyorum "3 Dilek Dile" ("Make 3 Wishes"). Altında üç satırlık bir form olacak. 1 numarada ya "No, Thank You." yazacak ya da " . . . . . . . . . . . .", 2 numara yine belirsizlik ifade eden noktalar kümesi. Üçüncü satırda ise "yeni bir umut" ("a new hope") yazacak küçük harflerle. Bu proje hoşuma gitmesine rağmen bir türlü yapmak istemiyorum çünkü pop yanımla yeterince barışık değilim. Sanki hep ruhumla temasa geçmem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Sanki bir ruhum sahiden varmış gibi.
En iyisi, şimdilik, yüzünü göremediğimiz spiritüel varlıklarımızdan, yüzyüze görüşmediğimiz tanıdıklarımızla telefonda yaptığımız konuşmalara dönüş yapayım.
...Ve geçen gün ilkokuldan beri arkadaşım olan tek çocuk bana telefon etti. O zamanlarki halim hakkında onu konuşturmak zevkli olabilirdi. "Yarın kaçta görüşelim?" diye sordu. Öğleden sonra iki nasıl?, dedim. Ancak ertesi gün uyumaya yattığımda saat on civarıydı ve asla sokağa çıkamazdım. Bunu ona mesaj atıp telefonumu kapadım. Bir ertesi gün ise her yeri kar kaplamıştı ve yine sokağa çıkamazdım. Bunu da ona yazdım. Bugün üçüncü ekiş günümdeyim, içimdeki garip güven artık kimse tarafından hiç bir hızarla biçelemeyeceğimi söylediği için... öyle duruyorum.
İnsanlar onlarla görüşmediğim için kırılıyormuş, bunu anlayabilirim, ama anlamak için daha fazla çaba sarf etmeyeceğim. Ben kırıldığım için insanlarla görüşmüyorum. İnsanlar görüşmediğim için kırılıyor. Hayat neden hep Borges'i haklı çıkaracak kadar sarmal yapılara dönüşüyor zihnime düştüğü zaman.
?
-----
Neredeyse 2 haftadır beklediğim ve sonunda kar yağdığında çok yaklaşmış olan Tom Tkywer'ın Kış uykusundakiler filmi 50 dakika içinde izlenebilir olacak. Bu da bir neden daha yaşamak için. Ya da sigaramın bitmemiş oluşu. Marksist arkadaşım yazılarımı sevdiğini çünkü çağın yalnızlaşan ve yabancılaşma kulesinin tepesindeki çanın altında dünyaya sağırlaşmış sızlanıp duran insanının tezahürü olduğumu söylemişti. Elbette farklı sözcüklerle, ben kendi dilime tercüme ettim. Bu akşam ondan intikam almak için uzun uzun bulabildiğim tüm Marks fotoğraflarına bakıp onu Noel Baba kostümü içinde hayal edeceğim. Belki sonra hayallerimin ahlaksızlığından utanıp kendimi Robinson Crusoe gibi kırbaçlarım. Şimdi, bu paragrafla oluşan gündemin ilk sorusu: İnsanlar kendilerine muhteşem idoller, bütünlüklü ve çözümleyici kahramanlar seçerken nasıl olabiliyor da keşif dürtülerini törpüleyebiliyorlar? Bunca şey olurken, hiç bir şey yokmuşçasına nasıl yaşayabiliyoruz? Ya da ben, iddiaya göre! - ki bu iddia da beni kemirip duruyor - narsist olduğum için mi Marksist olamıyorum?
Ah bundan çok sıkıldım.
"Bir şarkısın sen Samanyolu..." Karşımda ışıldayan, yeni yıl geldi diye asılmış ışık ipine bakıp biraz lunapark düşüne, biraz Amelie kıvamında lunatik otomat zihinsel süreçlere dalıp çıkacağım. Yazısız, görsel.
Yazarken kalbim kapalı bazen. O zamanlar düşüncelerim en çok bir lolipop kadar saldırgan. ....çok eskiden kırık bir lolipopla herhangi bir saldırganın yüzünün deşilebileceğini okumuştum. Acaba ne kadar gerçekliği vardı?
Yoo, bunu öğrenmeyi istemiyorum.
Yeni yıldan dileğim yeni bir umut.
Hepsi bu.
Canım mektubum,
Seni burada yırtıyorum.
,


Merhaba Sıfır

7 comments

Güneş doğduğunda yeni bir şişe şarap alacağım. Televizyon seyrettim. Şimdi "Nirvana" dinliyorum. Saçlarıma saç şekillendirici kremlerden sürdüm, evde kimse yok, ben varım. Bu gece, bu sabah, ....her zaman. Kimse alanıma sızamaz.
* * *

Sex, uyuşturucu, alkol, aile, din, eğitim, saç kremi, transpoitting imgeleri, koyu kahve, çift küllük, televizyon, yaşam, hikaye, almodovar, john woo, peter greenaway, dans yarışmaları, flamenko, kocaman karlar, soyut, .....somurtkan suratlı boyuta yollanılmış olmanın verdiği yalpalamanın öyküsü. Annem pişman olduğumu ağzımdan duymaya çalıştı mutfak masasında. "Hayır." dedim. Pişman değilim, kimden utanacağımı bilmiyorum. Keşke ona "beni doğurduğun için pişman mısın?" diye sorsaydım o an. Cevabın "hayır"a geleceğini bile bile.

Sonunda istediğim oldu. Kimsesizim.

Kurt Cobain "Söyle sevgilim, dün gece nerede, kimlerle uyudun?" diye çığırırken ağlamaya başladım. Bunun için bir sevgilimin olmasına, bana söylemesine, bir dünü hatırlamama, geceleri uyunmasına gerek yoktu. Ağlamak bazen hipergerçekliğin ta kendisi diye - hissediyorum.

İkinci paket sigaramı içmeye başladım. Eğer sokağa çıkacak kadar arzum olsaydı sabah aldığım o şarap şişesini kaç dikişte bitiriyorsam o kadar içişten sonra metroya binerdim. Metro en verimli bulduğum yerlerden biri. Kimsenin yüzüne bakmıyorum. Peki.. arada sırada bakıyorum, çünkü her yer insan kalabalığı. Ve benim bilmediğim bir kaç yüze hala ilgim var. Bakıp çekiyorum. Bakıp çekiyorum. Baktıklarımı fark ettiklerini hissettiğim an önüme çeviriyorum bakışımı. Kimsenin ona baktığımı bilmesini istemem. Hiç bir hayata girmek. Alanımın sınırları tarifsiz bir kapalıdevre koruma sistemiyle çevriliyken kimsenin benle hikaye kurmasına katlanamam. Artık kimsenin gücüne gitmek istemiyorum, üzmek benim için fazla sert.

Sigarayla geberebilirim.

Geçende, edebiyat okuyan bir arkadaşım şöyle dedi: "Erghian diyor ki; Türkiye gibi ülkelerden hep alegorik yazın çıkarmış. Çünkü biz bireyselleşmeyi tamamlayamamışız." Erghian kim bilmiyorum. Muhtemelen o da Adorno ya da Horkheimer gibi bir isim telaffuz etmişti, ama ben aklımda tutamadığım için hayalgücüme dayandım. Erghian'ın adresini bilseydim ona bir kartpostal yollardım. Gel beni araştırmana eksepsiyon olarak ekle diyen. Sakallarımın üzerindeki ince dudaklarıma oje sürer ve ojem kurumadan kartpostala eklerdim. Artık dudaklarımın çatlamasından korkmuyorum. Bedenim çoktan beri pek geri planda, yine de faaliyetlerini sürdürebiliyor. Bitlendiğimi öğrendiğim zaman da bedenselden çok soyut bir düşünceye saplandım. Tam da ailem ve toplum için parazit olarak yaşadığım bir dönemde, odamda kapalıyken bitlenmiştim. Onları kasıklarımdan yakalayıp iki tırnağımın arasında sıktığımda çıt sesini duyduğumda büyük bir rahatlama hissediyordum. Sanırım çoğu şey gibi bitlenmenin de dominant zararı psikolojik.

Bir yazar olmadığımın kabullenişiyle bir yarı ayyaş yarı bilgili yarı hayalci yarı orta sınıf yarı burjuva yarı tv meraklısı yarı sinefil yarı küfürbaz yarı aşık yarı nefretli yarımın da yarısı olan katastrofik kimliğimi kale almadan bir sigara daha alıyorum kutumdan ve yakıp bir an için daha zamanın izmaritin ucunda yanmasını istiyorum. Külünü yere silkmeyeceğim. Temizlemek istemiyorum.

Bir süredir Eco okuyorum. Umberto Eco'nun teorik yazılarının beni romanlarından daha çok heyecanlandırdığını fark ettim. Açık Yapıt adlı önermesinde benim çocukluğumdan beri sürdürdüğüm yaşantılar bütünümün savunusunu yapıyordu. Umrumda mıydı? Hayır, çünkü yaşamımı kimseye karşı savunmayacağım. Tetik benim elimde, kar yağdı eldivenim yok. Tabancam da öyle. Ama Yine de karın sevincine, camın şeffaflığına, şimdi gidip alacağım kahvenin duyusal edinimlerimi had safhada tatmin edecek oluşunun bilincine rağmen TETİK benim elimde. Belki de tüm bu sözcüklerle çekmiş oluyorum tetiği, biyolojik ölüme gerek bile yok.

Ben nasıl bir izolasyonla ilk gençliğimi sürmüşüm geri dönüp baktığımda anlamam çok güç. Ve bir yandan da, bunu anlamanın haricinde, gün ışısa, şu market açılsa ve bir şişe şarap alsam diye çınlayan bir iç sesle uğraşmak durumundayım. İlk gençliğinde paçası şehir çamuruna bulanmış her gençten sekizi Nirvana'dan haberdardır ve bir yerde dinlemişliği vardır bu grubu. Oysa, ortaokuldan beri duyduğum ve Backstreet Boys ve Madonna ile birlikte hiç umrumda olmayan bu grubu şimdi dinliyorum. Yirmi dört yaşında- olacağım bir kaç zaman sonra ve belki bu bir şans. Lisede ergenlik bunalımlarının intikamını Kurt Cobain'le suç ortağı fantazisi yaptıkları bir müzikte çıkaran gençlikle birlikte değildim. Yalnızlığa eskiden beri meylim var. Onlar Nirvana albumlerinden sıkılıp kasetleri kolilere kaldırdıkları zaman da hala alakadar olmadığım biriydi Cobain. Sonra Internet'ten bütün diskografisini indirdim. Hep dinlemiyorum. Ancak intihar mektubu ile birlikte algılarımı açtığım zaman görüyorum ki benim burcumda olan Cobain sahiden hassas bir adam. Ve benim yalnızca hassaslığını algılayabildiğim insanlara gereksinmem var. Ölü ya da diri olmaları fark etmiyor.

Biraz durup kendi geçmişimi anımsıyorum. İyi ki ülkenin en iyi finanse edilen ve dolayısıyla kapitalist sisteme en iyi adapte olmuş çalışkan (alanlarında çok okumuş ve yazmış dolayısıyla işlerliği olan) öğretim üyelerinin olduğu bir üniversiteye girme saçmalığını göstermişim. Üstelik aynı üniversitenin liberal politikaları destekleyen yapısıyla örtüşür bir de bilimsel özgürlük iddiası vardı ki benim ihtiyacım olan tek şey şu an camı açıp atlayabilecek kadar özgür olmam. İyi ki o üniversiteye gitmişim ve yarın uyanırsam; okuyacağım yazılarda, seyredeceğim filmlerde ve oturacağım masalardaki insanların da en az içeri gelen kızı boş sidiler hediye ederek becermeye çalışan filmci kadar zaaflı ve insan bir yanları olduğunu biliyorum.
Derin olmadığım zamanlarda kendimden uzaklaşıyorum. Ama şu an sahiden yazmam lazım yoksa sigaradaki adlarını bilmediğim ve bakmaya da üşendiğim gazların hışmına uğrayıp başka türlü daha az fantastik bir sağlık sorunu yaşayabilirim. Sanırım verimliliğimin artması için sigarayı bırakmalıyım. Ardından, geçireceğim histeri krizinde azgın bir kaltak gibi yaylı yatakta zıplamak ya da kirli sakal bir Okan Yalabık gibi zippo çakmağımı bir buz kütlesine sürtmek hakkında hayaller kurup, onları kelimelerin kendiliğinden sıraları geldikçe görüntüye dahil oldukları bir anlatıya dönüştürebilirim. Bazen Woody Allen'ın 1000 öğrencisinden biri olduğuma dair gündüz kabusları görüyorum. Ne yazık ki hep James Dean için vardım. Tüm alt ve üst dudak saklanışlarımda ve her ortadan kayboluşumda, 10 yaşımda annemle birlikte bir koltukta yatar vaziyette, gayet oedipal bir vaziyette, Urfa'da seyrettiğim siyah beyaz ve adını bilmediğim bir James Dean filminin izini sürdüğümü sanıyorum şu an. Hiç kimse hiç bir şeyi kanıtlayamaz. Ama ben bir takım sebepler öne sürerek inandırabilirim.

Beynimde, taşıyamayacağım kadar vaka, insan, hikaye, durum, vaziyet, ilişki, bağlantı, ve sözcük dönüp duruyor. Çarpışmalarının benim için bir atom bombasından farkı yok. Bir kez daha sigara solumalıyım.

Tüm bu trafiğe rağmen, ve belki de bu trafikten bitap düşüşüm nedeniyle deliler gibi yorgun ve öfkeli düşüyorum. Az önce, mutfak yolunu aldığımda, şarap ve sigara için önüme düşen iş fırsatlarından bir kaçına e-mail atmayı geçirdim. Her akşam 1 şişe, tatil günlerinde 2 şişe şarap içerek ölüm anına dek geçen süreden etkilenişimi biraz durdurabilirim. Bir nevi tampon.

Bir arkadaşım bana 2 şey söylemişti.
Senin iki sevgilin olacak bence: biri erkek biri kız.
Ve Marilyn Monroe gibi bir küvette bileklerini kesmiş bir şekilde ölü bulunmanı istemiyorum.


Anladığım kadarıyla:
Benim asla hiç sevgilim olmayacak. Yaradılışımın, şartlandırılışımla bütünleşmesi sonucu görünen kalıbımda en baskın yeri sessiz çözümlemeler teşkil ediyor. Evet, aşık olabiliyorum, ancak aşıkken bildiğim oyunları oynayamadığım için pek şansım olduğunu sanmıyorum.

Bilek kesintilerine gelince... Sanırım, eğer bir gün ölmek istersem; kendimi öldürmek yerine, kendimi birine öldürtecek kadar kötüyüm (Vasat bir kiralık katil operasyonundan bahsetmiyorum). Provakasyon sonucu karşımdakine kendimi öldürtebilirim diye düşünüyorum. Çünkü, dünya insanları ile de kendimle olduğu gibi çetrefilli bir ilişkim var. Bir yandan asla zarar görmelerini istemezken, diğer yandan insanî olan herşeyin içlerinde olduğunu görmeleri hoşuma gidiyor. Bu sebeple çoğu kez aptal, çoğu kez çok zeki taklidi yapmışlığım vardır.

Kötü bir ruh olduğumu zannetmiyorum. Hatta iyi bir ruhum. Fakat, bu dediğimin geçerli olması ancak "merak" dediğimiz kavramın normatif bir değerle ilişkilendirilmemesi halinde söz konusu olabilir. Sanırım tüm bu cümle yapıları Eco'yla kurduğum empatiden kaynaklanıyor. Benim bir sorunum yok, sizin varsa.... geçmiş olsun dileyerek Brechtyen bir yabancılaşmada keşfinizi sürdürmenizi dileyerek öteki paragrafa geçiyorum.

Sanırım aylar önce, ekstaziden tamamen tiksinmiş ve bir daha dönüşü olmayan bir firar yaşamışken, bir düşünceyle irkildim: İlk günah neydi? Adem ve Havva'nın meyva yemesi hikayesi epeydir dillerden düşmedi. Sanırım bir kaç bin yıldır aktarılan bu hikayenin sembollerle çok defa açıklandığına eminim. Fakat, hepsini okuyacak ne sabrım ne vaktim ne de samimi bir ilgim olduğu için yine içime kapandım ve hayalgücüme yaslandım. Seks, yani kimi zaman duygusal alışveriş ve paylaşımın doruğu olan kimi zaman tüm iğrençliğin bütün yapışkanlığıyla kudurduğu bir sikiş sokuş olan cinselliğin ilk günah oluşu beni bir süredir ikna etmiyordu. Oralarında yaprak olduğuna da hiç inanmadım ve o ressamlar - bilmem hangi çağlardan nasıl etkilenmişlerdir - resmedişlerindeki pastellik de beni olsa olsa ancak barajlanmaya çalışılan bir nehir hissinde bırakıyor ve çekip gidiyorlardı. Penisin, vajinanın, dudakların, anüsün ve bilmemnerenin içine; biyolojiye de el atmış ilahi bir güç tarafından dokunmuş olan sinirlerimizden aldığımız, görece kısa süreli olan zevkin, hem İLK hem de Cennet denilen huzur çeşmesini kurutacak kadar BÜYÜK bir günah olacağına inanmak için sanırım ya hep ekmek yiyerek karbonhidrata dayalı bir besin rejimi izleyip düşünsel kapasiteleri minimalde sürdürmek gerekiyor ya da salt itaatkar olmak... toplum kuralları karşısında. Doğduğum ülkeyi, doğduğum kıtayı, doğrulduğum Dünya'yı düşündüğüm zaman, bir kısım insanın ekmek bile bulamadığını göz önüne aldığımda... İlk Günahın sex olduğuna dair bu yorumlamanın bi kaç bin yıldır - biraz zayıflayarak da olsa - ben kuluna dek varmış olması gayet anlaşılır geliyor. (Anakronistikten daha farklı bir zaman yanlışı yaptığımın farkındayım. Sonuç itibariyle, o bi kaç bin yılda hep ekmekle beslenen ve ekmeksiz insanların ağırlığından bahsedip bahsedemeyeceğimi bilmiyorum. Ama pardon........ burada, o yazanların lanet okuyup, uykusuz gecelerinde küfrederek yazdıkları makalelerden birini yazmıyorum. Canım isterse, dünyada ekmek kıtlığı bile çıkarırım. )

Peki tüm bu laf kalabalığından gayrı, İlk günah neydi?
Şimdi, bir dedektiflik öyküsündeymişçesine olayı anımsayalım. Anlatılana göre; adam duruyor, yılanımsı şeytan kadına bir meyva sunuyor, kadın kanıyor ya da canı istiyor kim bilir, sonuçta elma kırmızı, ardından elmayı adama uzatıyor. Adam elmayı yiyor. Sonra sevişmeye başlıyorlar.

Burada müphem olan pek çok durum var. Cevabını ancak Tanrı'dan alabileceğim ve dolayısıyla herhangi bir okumuş yazmışın yalnızca daha önceden yazılmışları tekrar edeceği için beni gayet heyecanlandıran bir bilgi. Ben bilgi üzerinde tek iktidar tanıyorum: adı Tanrı. Diğer insanlar yazılmış bulguların papağanı gibi geliyor. Dolayısıyla hayalgücümü kendimi bile şımartmadığım kadar şımartıyorum. Şimdi, kadın o cinsi sabitlenmemiş ve farklı din kitaplarında farklı sözcüklerle ifadedilen meyvayı önce kendi mi ısırıyor? Yoksa ısırmadan önce adama mı uzatıyor? Eğer bu sahne sahiden insanların hayaldünyalarının dışında bir yerlerde, yaprağı dökülen, toprağı ıslanan, bulutları olan bir diyarda yaşandıysa - ki benim inancım öyle - o meyvadan ilk tadan kim? Yoksa meyvayı bir ağaca bağlayıp birlikte aynı anda ısırıp mı sevişmeye başlıyorlar? Bu, erotizm ve aşk teması açısından daha sağlam bir tabloya sebebiyet verebilirdi. Kimi Wong Kar Wai filmlerinde gördüğümüz uzakdoğulu yoğun erotizm hangi konuda olursa olsun düşünürken güzel bir araç. Erotizmin araç olarak kullanılması beni kendime biraz daha yabancılaştırıyor ama olsun. Nasılsa yirmi dört senedir kimseyle sevişmiyorum ve artık bir rahip olmak istemediğime dair oturmuş olan kesin inancım dolayısıyla istediğim herhangi bir kavramı herhangi bir cinsel ifadeye dönüştürüp canımın çektiği yerden cümlemi sürdürebilirim. Paragrafın ilk cümlesine dönersek; ilk günah neydi sahiden? Vajinanın penisi içine alması mı? Yoksa penisin vajinaya girmesi mi? Bence ikisi de günah olamayacak kadar cılız. İlk günah MERAKtı! Havva'nın yılanî şeytandan ya da şeytanî yılandan meyvayı almasıyla başladı. Bu bence muhteşem bir metafor ya da muhteşem bir meyva! Elma ya da armut, bu durumda fark etmiyor.

İnsan huzurunu merak ederek kaybetti.


....................birazdan bir yazıya daha giricem, bakalım bu defa yazım sayfada görüntülenebilecek mi? Ben bunları bile merak ediyorum. O kadar huzursuzum ki....... full time uykusuzum.


Hayatın Saklı Kenarı

0 comments

Pencerenin önündeyim. Yarı aralık bırakılmış, rüzgâr gelip gittikçe ileri geri oynayan bir pencerenin önünde, hayatı sokakta alıkoyan duvarların arkasında, yalnız ve yalnızca duruyorum. Dişlerimin hiç istemediğim kadar çok farkındayım. Kapının çarpmaması için yere sıkıştırdığım eski kumaşa rağmen gelen sesten ürküyorum. Kahvenin ılıması, sigaranın tükenmesi, Beklemiyorum. "Bekleme"melerini söylüyorum. Katılacağım bir oyun yok. Köşe kapmacaları sevmiyorum. Saklı sebepleri, söylenecek bir kaç laf daha varken şimdiden suskun bırakan ...hiç bir şeyi.


Yeni bir yıl yaklaşıyor. Apartmanların önlerine ışıklar dizildi. Bu yıl neyi kutluyoruz?

Geçen yıl, bir aralık gecesinde, yeni yıla yaklaşırken kendimi bilmez bir haldeydim. Bir Simit Sarayı'nda oturmuş simidimin kalan yarısını açlıktan gelen bir iştahla yiyordum. Taksim'de, saat tam on ikiyi vuracakken bir anda tüm lambalar söndü. Noel Baba'nın yakınlarda bir ağacın dibine düştüğünü aklımdan geçirdim. O sokakların bir kaç kahveciye girip çıkmak, bir kaç kitapçıda dolaşmak, ve bir kaç vitrine yansıyıp çekilmek için varolmadığını öğrendiğim geçen yıl içinde, benim gibi Noel Baba da yolunu şaşırmış ve İstanbul'un envayi çeşit ışığıyla en cafcaflı caddesindeki bir gölgeye düşmüştü. Bir anlık çok sevindim. Bir zamanlar, bir umutla yalnız başıma mağarasına girdiğim bir efsaneden intikam alır gibi değil; bir umut dağıtıcısının düşüşünün bile bir umut oluşundan. O'na masadaki telefondan bir mesaj attım ve "Taksim'deyim, ışıklar söndü, Noel Baba mı gelecek?" diye sordum. O ekrana sığmayan imzamı önümdeki deftere not ettim. Bir Simit Sarayı'nın, kot pantalonundaki susamları silkebilecek kadar asil kayıp küçük prensi. Geçmişinde inanacak bir kaç şey daha saklayan ve o gece, içlerinden Noel Baba'yı anımsayıp biraz daha mutlu kalmaya çalışan, sol bacağı uyuşmuş pinokyo. Ellerim titriyordu.

"Kahve içmeye" çağırdı beni. Aşık olduğum ve saçlarına dokunduğum o değildi. Bana aşık olan da. İşte bu yüzden çok heyecanlandım. Işıklar geldi. Etrafta, durmadan akan, kimse bana değmediği sürece karıştıkça rahatladığım kalabalık yeniden görünür olmuştu. O an o denli güzeldi ki hiç bir cümle yazmaya gerek olmadan masadan kalktım. Ellerim üşüyordu ve sanırım kar yağıyordu.

Boş ceplerimi hep çok sevdim. Gitgide zayıfladığım için hızla bollaşan pantalonu ceplerinden yakalayıp, düştükçe yukarı çekmeyi de öyle. Pantalonumu tutarak evine kadar yürüdüm. Tek hatırladığım "alttan üçüncü zil" oluşuydu. Sokaktaydım. Yaşıyordum. Soğuktu. Pantalonuma tutunuyordum. Saray'dan hızla kaçıp karlı bayırları, bembeyaz kaldırımları, geceye karışacak insanları ve binlerce hikayeli, müzikli kapıların önünde bekleyen iri yarı adamları aşıp Cihangir'deki o apartmanın önünde durabiliyordum. O manzarada sahiden de daha güzel görünemezdim. Tek omzumda sallanan mavi sırt çantamdan bir sigara ve marketten aldığım deodorant kutusunu çıkardım. Diş macunundan biraz daha az leke bırakan, naneli şekerlerden biraz daha az geniz yakan deodorant kutusunu üzerimde bitirdim. Güzel kokmaya çabaladığımı anlamasını istediğim için. Tam vaktinde sigarayı atıp alttan üçüncü zili buldum. Zile iki kez dokundum ve kapının açılmasını bekledim.

Anılarım hep en heyecanlı yerinde kesiliyor.
Artık, yeniden heyecanlanacak kadar güçlü olmadığımın benden daha net farkında beynim .

O geceye dair anımsadıklarım o gece mi olmuştu yoksa bir başka zamana mı ait, bundan emin değilim. Eskisi kadar kolay kucaklaşamıyorum yalanlarla. Bu bir güven meselesi. Emin olmadığım hiç bir yalana güvenmiyorum, ve bu yüzden kapılıp coşkuyla yazmıyorum. Çünkü yalanlarla olsun - en azından onlar karşısında - samimiyetimi koruyorum, çünkü yalanlarımın bu yaşamı çekilir kılan rüyalar ve kabuslar olduğunu biliyorum. Ve ben evrenin en büyük ve çaresiz yalancısının oğlu olarak bunu her yerimde taşıyorum. Hala herkese ve her yere bu sene sonunda okulu bitireceğimi söylüyor. O okula hiç gitmediğimi ona söylediğim halde biraz daha ayakta kalabilmek için uydurduğu yalandan taviz vermiyor. Telefondaki arkadaşıma hala "kötü" olduğumu söyleyemiyor ve yalnızca "uyuyor" diyor. Yıl sonu geldiğinde, insanlar biraz daha az aşağılama ve ayıplama çubuklarını üzerime saplasınlar diye, o zamana kadar bana eski kumaşlardan bir diploma bile dikebilir. Bunu biliyorum.

Hangi hikayenin ortasındayım bilmiyorum.....
Bugün kapıcıyla konuşurken "Bu yıl okulu bitirdiğinde, biz de buraya taşınacağız herhalde." diyen annemin gün geçtikçe değişen yüzünü mü yaşıyorum? Geçen ay, ona bir silahın nasıl tutulacağını öğrettiğini öğrendiğim sevgilisiyle kardeşimin üniversitedeki hikayesini mi? Mutlak sessizliği ile, ve kırdıkça kırılan babamınkini mi? Geçen seneki sokak maceramın silindikçe izi kalan hikayesini mi? Bana, bir gün "eski" bir gün "hala" dedirten ve bazen özlediğim arkadaşlarımla paylaştığımı mı? Dün "kaba" olduğumu ve "zamanın herşeyi gösterdiğini" bana yazan, o gece kapısından içeri girdiğim kadınla bir kaç zamandır yaşadığım incinişi mi?
Yoksa yalnızca açılan ve açılmayan ve bazen kapatılamayan İnternet sayfaları mı tüm hayat dediğimiz her şey... ...yoksa hiç biri, hayallerimdeki ,
"
Yıl iki bin iki. Dünya Uzay'ı henüz bütünüyle keşfedemedi. Dünya henüz kendini bile tam olarak çözemedi. Ve en önemlisi, dünya için hâlâ anlaşılmamışlar, çözülememişler ve keşfedilmemişler listesinin başındayım.
(not: ÇAĞLAR'ın bilgisi yanlış, bunu biliyorum, doğrusunu öğrenmeyi istemiyorum. Çünkü doğruyu bilenlerin elle tutulur bir şey yazdığını görmedim... hep yanlış olanlar ve yanlışta gezinenlerin yazdıkları bende kaldı.)
Çok eskiler, ateşin alevlerine kapılmış insanların av peşinde koştuğu yıllardı. İlk çağ, yazıyla görüntünün ötesine geçildi. Orta çağ, okyanusların sihrinin haritalar tarafından mürekkep gibi hızla emildiği bir dönemdi. Yakın çağ'dan pek bahsedilmez, adı gibi kendi de yeni bir şeyleri bekleyen bir çağ. Ve bu çağda çok fazla yeni isim keşfedilmediği için pek de mühim bir çağ sayılmaz. Hatta, adını bile sonradan buldu... Yeni Çağ geldiğinde. Yeni çağ'ın en heyecan verici yaşama sebebi makinalardı. İnsanlar bu nedenle kitlesel depresyonlar atlattılar. Sonra, televizyon programları, Prozac, passiflora ve diğerleri geldi. Böylece, uyuşmanın anlamının aşk, mutluluk ve huzurla dolduğuna şahit olduk. İki bin iki yılı, bundan yüz ya da iki yüz sene sonra doğan insanların geriye baktıklarında adını koyacakları yeni bir çağın sınırları içine dahil edilecek. Bense, tarihi kafasına göre yazanlardan yalnızca biri olarak, hayatta kalmam için şimdiye dek insanlığın geçirdiği tüm çağları mixlemeliyim. Bir ilk çağ adamı gibi avlanmalı, bir ortaçağlı gibi keşfe çıkmalı, bir yakın çağlı gibi beklemeyi bilmeliyim. Tabii makinalardan da zehir gibi anlamalıyım. Böylece önümüzdeki yüzyıllarda adını bulacak bu çağda bir yer alabilirim. Umulanın karanlık parçası gerçekleşmez ve dünya bizi tepemizden başlayıp ayak tırnaklarımıza kadar ezmezse.

Bir aydır, çok yakında büyük bir mucize olacağı söylentisi her yerde dolaşıyor. Bakkalda, markette hatta süpermarkette. Görkemli bir mucize olacakmış. Haberlerde bu konuyla ilgili bir dosya yapıldı. Ekranın altında "Sahtekar Mucize Tellalları...Az Sonra..." diyen yazılar geçti. Haber üç dakika elli saniye sürdü. Videoya kaydettim. On yıl sonra bu konu hakkında bir film yapmak isteyebileceğimi düşünüyorum.
Arkadaşlık kurmayı pek sevmem. Genelde insanları gözleyen bir ajan gibiyimdir. Zaten bunu hissedenler de benimle arkadaşlıklarında rahat hissetmezler. Bu işime gelir. Yaşım ve yaşımdan da küçük görüntüm dolayısıyla kolayca sızamadığım tek yer orta kalite barlar. Genelevler bile sorun çıkarmazken o barlarda hep kimlik sorup duruyorlar. Bazen bir sahte kimliğim olmadığı için üç defa kriz geçirip üç turistin kimliğini çalıp kırdım. Bu deşarjı turistlerle halletmek daha akıllıca, dilimizi bilmedikleri için ülkelerine dönüş vakitleri gelene dek ancak kimliklerinin çalındığını anlatabilmiş oluyorlar. Kazara kırılmış kimlikleri bir yerde bulunursa da çoktan ülkelerine döndükleri için dava düşmüş olur.

Mahalledeki kimseyle konuşmayan ve pek geleni gideni olmayan kilisede yaşayan rahip, dünyadaki tüm kötülüğün iyilikle çarpışacağını ve iyiliğin kötülüğü de içine alıp daha da büyüyeceğini anlattı bana. Ve o saat geldiğinde yakmam için bir mum verdi. Söylediğine göre, mucize vakti aydınlandığında, yeterince mum yanmazsa, mucize kıyamete dönüp sönecekmiş.
Bu mucize söylentisini, cuma vaazında mahalledeki imam da cemaatine aktarmış. Babam eve geldiğinde düşünceli ve kaygılıydı. Walkmanimin pillerini çalmasından bunu anladım. Hiphop şarkılarındaki iniltilerin beni bir Amerikan cehennemine düşürdükten sonra kapıyı üstüme kilitlemesinden korkuyor. Cehenneme girersem, en çok dans edemeyeceğim için üzülür ve burkulurum.
Beyaz ve çelimsiz mum, rahibin verdiği günden beri odamdaki komodin çekmecesinde yanacağı anı bekliyor. Tedirginim. Pencereyi açık bıraktığımda içeri giren rüzgârdan sönebilecek kadar ince bir ateş yayacak gibi görünüyor. Bir kaç gece elektrik kesintisi olduğunda önümü görmek için onu yakmayı aklımdan geçirdim. Fakat bundan vazgeçtim. Bahsi geçen mucize bir elektrik kesintisinden daha büyük bir felaketi yok edecekti. Mum bekleyebilirdi. Ben bir mucizenin olacağına inanmıyorum. Ancak, olmayacağına da inanmıyorum. Ve onu çekmecemde saklıyorum. Çünkü, ortalıkta misyonerlerin dolaştığına dair her gece televizyon yayını yapılıyor. Görünür bir yerde olması annemi ve babamı gereksiz yere kaygılandırır. "Gereksiz"... çünkü şu an böyle bir kaygıya ihtiyacım yok, sokakları ve insanları keşfederken hep dönebileceğim ve masum olabileceğim bir yere daha çok ihtiyacım var.

Babam bir meyva suyu fabrikasında çalışıyor. Öteki meyva suları çürük meyvalardan yapıldığı için eve sadece yeşil elma suyu getiriyor. Elma suyu, saf elma suyu tozundan yapılıyormuş ve diğerleri gibi içinde gerçek çürük meyvalar yokmuş. Bu yüzden bizim için en sağlıklısı elma suyuymuş. Sahiden de elma suyu içtiğim zaman kendimi çok zinde hissediyorum ve dansta çok daha aktif oyunlar sergiliyorum. Çöpten bulduğum üzerinde kırmızı bir panter resmi olan cam ve kocaman bir bira bardağım var. Onunla iki bardak dolusu elma suyu içtiğim geceler için muhteşem numaralarım çoğalıyor. Fazla şekerli. Bu yüzden içine daima biraz su katıyorum.

notlar2.
----------insanlar ya kendilerinde ya da kendilerinin olmayan şeyleri aşağılarlar. bu aşağlamasının sebebi ikincisi. kadın onun olmadığı için orospu diyor.

------------bir motorsiklet çalmaya karar verdim.
------------dans benim en büyük hayalim falan değil. dans benim tek gerçeğim.

------------yağmurda evinin karşısında tüm gece bekleyecektim. o kadar üşüdüm ki, köpeklerin uluması fırtınaya karışınca eve geri döndüm. eve giremedim. o kadar çok ağlıyordum ki ahşap apartmanın merdiven boşluğuna çöküp sabah ezanını bekledim.
--------------döndüğümde annem sızmıştı. elindeki kumanda koltuğa düşmüştü. üzerine battaniyemi örttüm.
odama girip üzerimi değiştirdim.
gözümü kapatıp onunla hiphop yaptığımızı hayal ettim.
düşümde dans ederken gülüyordum ama gözyaşım durmadan aktı.
-------------özür dilerim, lütfen gelir misin?
nereye geleyim?
rahat ve mutlu olabileceğimiz bir yere.
neresi orası?
güzel hayallerimiz.
------------------"
diye anlatıp duran çocuğun hikayesindeki bir dönüm noktasından daha çok içlenmeme sebep olmayacak mı hiç bir öykü?


Bunlardan hangisi bir diğerinden daha yalan?

Kimbilir, belki de beklediğim oldu ve ben artık, daha fazla çınlayan kahkaha duymayacağım, daha büyük zigzaglar arasında bitkin düşmeyeceğim bir yere... hayatın kenara çekildim. Masadaki kahve, cam küllükteki sigara ve kulağımdaki müzik kaybolmadıkça, hiç sakıncası yok. biraz daha yazmaya çalışarak burada , hayatın saklı kenarında yaşamımı sürdürebilirim.

Aralık gecesinde, aralık pencere,... hala aralık. Son bi' sigaram daha var. Ve yeni bir kutu. Üç yudum daha kahve. Sonra elma suyu. Ve belki indirdiğim Barışnikov ve Liza Minelli vidyosu çalışır. İzleyebilirim. Uyuyabilirim. Ispatlamak ve aktarmak istediğim hiç bir tercihim yok. Böyle kalabilirim.


<$BlogItemTitle$>


E-mail this post



Remember me (?)



All personal information that you provide here will be governed by the Privacy Policy of Blogger.com. More...



<$BlogItemBody$>


<$BlogItemCommentCount$> Responses to “<$BlogItemTitle$>”

  1. <$BlogCommentAuthor$> 

    <$BlogCommentBody$>

Leave a Reply