Bu kez bir Esengül şarkısı eşliğinde yazıyorum. Keşke bir kurgum olsaydı ve yazdıklarımı kahramanlaştırmayı becerebilseydim. Yine de şükür ki okuma yazmayı öğretmişler bana. Hatta ilk söylediğim söz "Atatürk"müş. O kadar modernistim. Bir fotoğrafım bile var işaret parmağım havada, portrenin tam karşısında, teyzemin kucağında, kırmızı tulumumla. Hafızanın yetişmediği yerde fotoğraflar konuşur. Oysa onlar en sessiz ifadelerden biridir. Tezatlar alemine hoşgeldiniz.
Gelin Esengül'ün dillendirdiği sözleri aktararak başlayalım bugünkü hikayemize:
Ama bunun için önce şarkıyı başa almalıyım. Bu bile belge niteliği taşımasına yetiyor yazının. Şarkının ileri geri alınabildiği bir çağda yaşadığımın belirlenmesi, kimbilir, belki de pek mühimdir bir çeşit analizler için. Ya da bir kaç gün sonra karşıma çıkan bir yazıda göreceğim bir cümleyle, bu yazdığım anlam kazanır da ufak bir heyecan yaşarım. Yılbaşı yaklaşmıyor mu? İnsan hep umut etmek isteyen, çünkü çok sık unutan bir canlı. Her yılbaşı canlı yayınlarından sıkılmayışı da bununla açıklanabilir.
Esengül şöyle der buruk sesiyle;
"Manalı gözlerine, baktıkça eriyorum.
Manalı gözlerine, baktıkça eriyorum.
Gece gündüz rüyamda, hep seni görüyorum.
Yalancı deme bana! Sözümde duruyorum.
Yalancı deme bana!! Sözümde duruyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum."
Ve ara nağme girer. Biz bu arada bir tangonun gül yaprakları ile bağlantısını düşünürken ikinci parça yaklaşmaktadır. Anın yaklaşmasına dair bir heyecan fırtınası ve...
"Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim.
Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim.
Bana aşkı öğrettin. Hayat verdin sevgilim.
Yalancı deme bana!!! Sözümde duruyorum.
Yalancı deme bana.. sözümde duruyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum.
İnkâr edemem senden, seni çok seviyorum...."
Nedense bu satırlardan sonra iki şey aklıma geliyor. Biri Almodovar'ın aslında Türk kanı taşıdığı. İkincisi İsrail'li şair Fahima bilmemkimin toplumsal aforozu ( bu cümledeki tüm bilgiler çarpıtılmıştır, çünkü yazan çarpık bir hayat sürmektedir ve bitlidir, üç gün önce bit ilacı almasına rağmen hala şişeyi açmamıştır, bunun yerine gitmiş ve bir şişe şarap almıştır... çünkü kendisine bile saklı gündemleri vardır, ..Bir ruh için tasarlanmış saç kurutma makinasından farksızım şu an, biliyorum.)
Şarkının melodramik yapısı tam anlamıyla geçende seyrettiğim Yüksek Topuklar filmini anımsatıyor. Bu yüksek topuk mevhumu çeyrek yüzyıla yaklaşan yaşamımın kimi noktalarında karşıma çıkmıştır. Sanatsal skalada değerlendirildiğinde 1-Ömer Seyfettin hikayesi olarak (orijinal adı ile Yüksek Ökçeler), 2-Murathan Mungan'ın en pop romanı olarak, 3- Almodovar'ın hiç beklenmedik bir anda beni güldürmesiyle hoşlaştığım 90lı yıllar yapımı filmi olarak....Üç öyküde de yüksek topukların mizahla burun buruna geldiği dikkatimi çekiyor. Ancak Freud'un torunu olmadığım için bunun açılımını psikanalitikten yapamıyorum. Bir kere son derece fetiş bir şeymiş. Yüksek Topuklar..... sanırım aşağılık kompleksi olan erkekler ve kadınlar tarafından fetişize edilmiş bir nesne. Diğer bir özelliği topuğun sivri oluşu ve dolayısıyla can acıtabilecek bir özelliğinin oluşu. Bir defasında, babamın aktardığı bir anektotta Harbiye'de gece işe çıkan bir travestinin bir öküzün tepesini yüksek topuğunun dibine çivi çakarak cezalandırdığını duymuştum.... ki babam Almodovar olsaydı, ağzı açık "o ne güzel detaydı" diye anlatacak olan pek çok kimse, alışkın oldukları kimlik kayırmacılığı gereği, şimdi "babasının travestilerle işi neymiş?" diye soracaktır. "Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim".... Herneyse... söylemek ve söylememek konusunda kararsız kaldığıma göre söyleyebilirim: Babam balkondan seyretmiş. "Yalancı deme bana...sözümde duruyorum."
Bir kahve alıp artık midemin iç yapısını bulandıran kahve ağırlıklı sıvıyı takviye edip geri döneceğim.
----------------------------
"Manalı gözlerine... baktıkça eriyorum." Sözdizimindeki çiftmanalılığa bayılıyorum. Aşk kavramı ile "erimek" sözcüğünün iki yandan çıtçıtlanması gibi. Bir buz kütlesini bile eritmeye yeten aşk; aynı zamanda, insanların ruhani bir boyuta -üst ya da alt, zifiri ya da aydınlığı kör edici bir boyut olabilir fakat kesinlikle dünyasal değil- ermelerine de sebep oluyor.
"Yanak istedim senden, dudak verdin sevgilim." Bir keresinde "Dudaklarim da kirli. Onlarla öyle çirkin ve yalan olan doğrulari söylettiler ki. Ezberlediğim her şeyi unutana dek yeni bir şey öğrenmeyeceğim. Onlarla küfürden beter, öyle kibar gülümsedim ki. Artik kaskatilar. Bu yüzden, yanağimi öp, dedim. Orasi temiz… bir zamanlar her gün yikaniyordu gözlerimle. Ondan! Bin kez öp beni yanağimdan. Ve bitsin. Aci ya da mutluluk… ne varsa son noktayi yanağima koy. Tamam miiiiiiiii. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .ben seni öpmem." yazmıştım. Bu demek oluyor ki; Esengül'le sanatsal bir ilişki yaşayabilirmişiz. Onu her gece pavyondan gelene dek bekler, evde yazılar yazıp mandallarla çamaşır iplerine asardım. O öksürürdü, ben peruğunu tarardım. Böyle bir ilişkiyi ister miydi? Hiç şüphesiz bir kenarda olmasını isterdi. Ama en damga vurucu ilişkisi ben olmazdım böyle bir kadının... O yüzden Esen-gül, seni kapayıp başka bir şarkıya geçiyorum. Çünkü kendi yazımda öykümü yadsıyacak bir hayata tahammül gösteremeyecek kadar kendimleyim şu an.
--------------------
Kar vakti geldiğinde tüm anılar silinir. Dünya yalnızca eski bir duvarkağıdı gibi görünmez olur. Hayaller sarar atmosferi ve tüm insanlar el ele tutuşup şarkı söylerler. "Bir şarkısın sen... ömür boyu sürecek... dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek..." Bu şarkının reenkarnasyon teorileri ile eşgüdümlü okuması yapıldığında, insanlık tarihine bile ışık tutabilmesi ne kadar hoş.
Ve apansız yine bir türk filmindeyim. Sezercik, Erol ya da Azize olabilirim... çünkü şu an penisimi hissetmiyorum. Bir sahil kasabasındayız, kasabada bir balo salonu var. Samanyolu çalıyor ve insanların düşüncelerinde evrendeki karadelikler ya da sanal iletişim yolları yok. "Uzaklara kaçıversek seninle biz... Bir gün elbet göze gelir bu sevgimiz.." Bir benliğin kendini gerçekleştirmeye duyduğu açlık. Aşk ya da değil. Aşkı sanırım çok bastırdım. Ama beni o kadar üzüntüye boğmamalıydı. Neden hep hastalara, delilere, uyuşturucu müptelalarına ve karşısında masum numarası çekmek zorunda bırakıldığım acemi kötülere aşık oluyorum. Hep olmasa bile çoğunlukla? Bunun cevabını gitmekten vazgeçtiğim terapist belki verebilirdi. Belki de bana verdirtirdi. Yoo, dün marketten canım ne isterse alacağımı ve kendimi asla ve kat'a sınırlandırmayacağımı söyleyerek evden çıktım. Bir şişe şarap, bir kavanoz mantar ve dört boş sidi aldım. Ve bugün hepsini tükettim. Bunları yapabilmek ya da terapiste para vermek arasındaki gelgitlerim beni hep bencilce canımın istediğini yapmaya yönlendiriyor. Böylece postmodern gibi en az modern kadar uyduruk bir sözcükle yadsınan, özerk ruh ve yaşama biçimimi yansıttığım tecrübe...... cümlenin sonunu unuttum. Zaten, pek de heyecan verici bir cümle değildi.
Bir aynaya bakıp kaç sayfa yazabilirim?.......... şu an bunu düşünüyorum. Ve canım gittikçe daha çok sıkılmaya başlıyor.
Dostoyevski'ye içten içe hayranlık besleyen ve.........
Sanırım birazdan dünyadan ne kadar zorla yedirildiysem o kadar kusacağım. Bu "zoraki"lik edebiyatı aslına bakılırsa doğumla ilgili. Geçende bir arkadaşım - hiç kimseyle görüşmeyip bu arkadaş bilgilerini nasıl aldığıma gelince... 3 haftada bir görüş günüm var- "Bu dünyaya kendi istemim dışında gelmediğimi düşünmeye başladığım an her şey daha güzel oldu." dedi. Yani bir amacı varmış gibi, dahası şu anki insan olarak gelmeyi kendi seçmiş gibi. Sanırım benim düşünsel ve fiili aktivitemi tıkayan sorun bu: Bir zorla getirilip bırakılmış hissinden çıkamıyorum.
Ve biraz düşününce ve altını açıp bakınca midem bulanıyor. Bunun kahveyle de ilgisi olabilir!
Pencere açık aşkım,
yüreğimde bir ördeğin kanat çırpışları,
dudaklarımda ince buz buğusu,
ve ölüm geldiğinde silinen kabus.
Canım bir anda böyle bir şey yapmak istedi.
Canımın istemesi iyiye delalet, henüz pek işe yarar ve çarpıcı bir şeyler istemiyor olsa bile, yaşamamı bir zorunluluk halinden tutup çıkarabilecek tek şey isteklilik. Sonu başarısızlık dahi olsa isteklilik hep bir imdat çekicidir.
Ve yine şarkının bilinci. "Bir şarkısın sen samanyolu, ömür boyu sürecek." Sene dört bin sekiz kırk sekiz buçuk. Yirmi sekizinci yüzyıldan sonra insanlar yılları buçuklara bölmeye karar verdikleri için böyle bir tanımlama doğru olacaktır. Ne tatsız kurgu. "Bir şarkısın sen... ömür boyu sürecek.." Ölümsüzlüğün çok yakınındaki insanyavruları artık minimum sekiz yüz elli sene yaşamaya başlamışlardır. Yaşam garanti altına alınmıştır. Küreselleşmenin tam tersi istikamette gitmiş ve mikro çipik köylere ayrılmış olan dünyada "Samanyolu" insanların dudaklarından bir türlü düşemiyordur. Dünya gezegeni de Samanyolu'ndan. Öyle sürüp gider....
Majör izolasyon tecrübesi esnasındaki en verimli anlarım sinemayla başbaşa kaldığım zamanlar. Film seyredip tv.nin başına döndüğümde perdedeki gölgelerde sinemamı yaşıyorum. Daha bu gece, sigara içip kafamı metalciler gibi sallayarak ve sonra bir pop ikonu gibi kesintili ve dairesel hareketlerle dans edip biraz kendimi yaşama adapte etmeye çalıştım.
Bir yandan da büyük hikayeleri düşünüyorum.
Carmen,
Madame Butterfly, ve Bovary
İlyada,
Kurtuluş Savaşı,
Kral Lear,
Burroughs'un yazdıkları,
Charlie Chaplin'in bayılınılan mimik tripleri........
hiç biri öyküme tekabül etmiyor.
ben de yazamıyorum kendi öykümü.
Ne hazin.
Dün tv.de çıkan, balık etli olduğu için prezantabl çehresine rağmen elendiğine kanaat getirdiğim Nimet adlı dans yarışması adayının sözcükleri beni hepsinden daha fazla etkiliyor şu an "Şairin dediği gibi, -"demesi gibi" deseydi ağzına daha yakışırdı, ancak ulusal ve uydusal televizyonda olmanın getirdiği bir öğle kuşağı programı söyleminin baskısı altındaki ifadesinde şöyle devam etmekte- "Hayallerinizi yakın. Eviniz sıcak kalsın." O şair ben olsaydım "Hayallerinizi yakın. Evinizi yıkın" gibi bir acımasızlığın içinden konuşurdum, ki kaldı ki bu bence acımasızlık değil. Biraz değişiklik için yüreklendirme. Bir nevi yarı anarşizm. Bu sözcük de, özgürlükçü manasının aksine, kullanırken beni en çok öz-töhmet altında bırakan laf: Sanki o kadar kutsaniyeti var ki, Emma Thompson gibilerinden sonra benim gibi bir İnternet kuşunun elinde sarkma yapıyor gibi geliyor. Oysa ben herkeze kaltak diyebilmeliyim. Nedir ki? Herkes bana istediğini ve bazen istemediğimi diyor, üzerime koyulan adlar yüzünden bazen dünyanın pimini çekmek falan istiyorum. Yüce Emma Thompson'a yüce olmayan bir laf ettiğim için neden suçlu hissedeyim ki.....
Gene düne karışmış zamanlar arasından birinde, bir gün telefon geldi. Telekinetik psişik bir moda geçtiğim için ya da sadece rastgelişten ötürü "Yahu Cemre n'apıyor?" diye sormuştum ziyaretime gelip, soluyup solumadığımı, solup solmadığımı ya da en basitinden herhangi bir saç değişikliği geçirip geçirmediğimi kontrol eden anneme. "Bilmem. Geçende annesi ve babasıyla pazarda karşılaştık" dedi. Annem eve döndüğünde Cemre'nin eve telefon ettiğini öğrendim. Babam numaramı vermiş.
Telefon çaldı. Açtım. "Ne kadar hayırsızsın" dedi. Ona, kalbimi kırmamasını yoksa sakat kalacağını söyleyebilirdim. Sadece ilk yarısındayken sustum. "Büyüdün mü küçüldün mü?" diye sordu. O an Alice Harikalar Diyarında'dan bir alıntıyla cevap verebilseydim sanırım manik bir mutlulukla dans ederdim. Yalnızca "küçüldüm" dedim ve yine çoğu zaman olduğu gibi, sosyal ilişkiye geçtiğim an başlayan ve kendime yakıştırmadığım gülümseme hali yüzümle birlikte sesime de kar gibi yayıldı. Aslında erimiş bir kaşar gibi yazacaktım, fakat yazının tarihsel kalıntı oluşundan dolayı kendime kar erimesini ilk olarak seçtim. Samimiyetimi bozmaması açısından kaşarin erimesini ikinci plana attım.
Yahu yahu.
Yeni bir projeye başlamayı düşünüyorum. Sanırım üç dört gün oldu. Projeden kastım, kendi kendime öğrendiğim fotoşop denilen ilüzyon setiyle, öncelikli olarak kendim için yaptığım görsel üretimler. Bir kaç tane derin ve hisli uygulamaya giriştim. Fakat her defasında hiç birini sevmeyip, kaydetmeden sildim. Böyle yapınca çalışmamış sayılıyorum. Kaydedip Cd'ye çekip ona buna yollarsam adına portfolyo deniyor ve çok çalışkan görünmüş oluyorum. Daha önce bu yoldan da geçtim. Ama köprüye bindikten sonra atlamaya karar verdim. Bir parça ekmek atıp çiğnemem gerek, sahiden midem fena.
...Bu defaki projemi yeni yıla ithaf edeceğim. ( Rezene çayı içiyorum, bakalım yazım nasıl etkilenecek..) Naylon poşedin içine bir noel baba heykeli koyacağım, elinde de bir pankart olsun istiyorum "3 Dilek Dile" ("Make 3 Wishes"). Altında üç satırlık bir form olacak. 1 numarada ya "No, Thank You." yazacak ya da " . . . . . . . . . . . .", 2 numara yine belirsizlik ifade eden noktalar kümesi. Üçüncü satırda ise "yeni bir umut" ("a new hope") yazacak küçük harflerle. Bu proje hoşuma gitmesine rağmen bir türlü yapmak istemiyorum çünkü pop yanımla yeterince barışık değilim. Sanki hep ruhumla temasa geçmem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Sanki bir ruhum sahiden varmış gibi.
En iyisi, şimdilik, yüzünü göremediğimiz spiritüel varlıklarımızdan, yüzyüze görüşmediğimiz tanıdıklarımızla telefonda yaptığımız konuşmalara dönüş yapayım.
...Ve geçen gün ilkokuldan beri arkadaşım olan tek çocuk bana telefon etti. O zamanlarki halim hakkında onu konuşturmak zevkli olabilirdi. "Yarın kaçta görüşelim?" diye sordu. Öğleden sonra iki nasıl?, dedim. Ancak ertesi gün uyumaya yattığımda saat on civarıydı ve asla sokağa çıkamazdım. Bunu ona mesaj atıp telefonumu kapadım. Bir ertesi gün ise her yeri kar kaplamıştı ve yine sokağa çıkamazdım. Bunu da ona yazdım. Bugün üçüncü ekiş günümdeyim, içimdeki garip güven artık kimse tarafından hiç bir hızarla biçelemeyeceğimi söylediği için... öyle duruyorum.
İnsanlar onlarla görüşmediğim için kırılıyormuş, bunu anlayabilirim, ama anlamak için daha fazla çaba sarf etmeyeceğim. Ben kırıldığım için insanlarla görüşmüyorum. İnsanlar görüşmediğim için kırılıyor. Hayat neden hep Borges'i haklı çıkaracak kadar sarmal yapılara dönüşüyor zihnime düştüğü zaman.
?
-----
Neredeyse 2 haftadır beklediğim ve sonunda kar yağdığında çok yaklaşmış olan Tom Tkywer'ın Kış uykusundakiler filmi 50 dakika içinde izlenebilir olacak. Bu da bir neden daha yaşamak için. Ya da sigaramın bitmemiş oluşu. Marksist arkadaşım yazılarımı sevdiğini çünkü çağın yalnızlaşan ve yabancılaşma kulesinin tepesindeki çanın altında dünyaya sağırlaşmış sızlanıp duran insanının tezahürü olduğumu söylemişti. Elbette farklı sözcüklerle, ben kendi dilime tercüme ettim. Bu akşam ondan intikam almak için uzun uzun bulabildiğim tüm Marks fotoğraflarına bakıp onu Noel Baba kostümü içinde hayal edeceğim. Belki sonra hayallerimin ahlaksızlığından utanıp kendimi Robinson Crusoe gibi kırbaçlarım. Şimdi, bu paragrafla oluşan gündemin ilk sorusu: İnsanlar kendilerine muhteşem idoller, bütünlüklü ve çözümleyici kahramanlar seçerken nasıl olabiliyor da keşif dürtülerini törpüleyebiliyorlar? Bunca şey olurken, hiç bir şey yokmuşçasına nasıl yaşayabiliyoruz? Ya da ben, iddiaya göre! - ki bu iddia da beni kemirip duruyor - narsist olduğum için mi Marksist olamıyorum?
Ah bundan çok sıkıldım.
"Bir şarkısın sen Samanyolu..." Karşımda ışıldayan, yeni yıl geldi diye asılmış ışık ipine bakıp biraz lunapark düşüne, biraz Amelie kıvamında lunatik otomat zihinsel süreçlere dalıp çıkacağım. Yazısız, görsel.
Yazarken kalbim kapalı bazen. O zamanlar düşüncelerim en çok bir lolipop kadar saldırgan. ....çok eskiden kırık bir lolipopla herhangi bir saldırganın yüzünün deşilebileceğini okumuştum. Acaba ne kadar gerçekliği vardı?
Yoo, bunu öğrenmeyi istemiyorum.
Yeni yıldan dileğim yeni bir umut.
Hepsi bu.
Canım mektubum,
Seni burada yırtıyorum.
,
<$BlogCommentBody$>